7 Mart 2011 Pazartesi

Hikayeler


ARKADAŞLIK
Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. "Arkadaşlarınla tartışıp, kavga ettiğin her zaman bu tahtaya bir çivi çak" demiş. Genç, ilk gün tahtaya 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendini kontrol etmeye çalışmış ve geçen her gün daha az çivi çakmış.
Nihayet bir gün gelmiş hiç çivi çakılmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahtanın önüne götürmüş. Gence "Bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahtadan bir çivi çıkar sök" demiş.
Günler geçmiş. Bir gün gelmiş tüm çiviler çıkarılmış. Babası ona "Aferin iyi davrandın ama bu tahtaya dikkatli bak. Çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.
Arkadaşlarla tartışılıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara bırakır. Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin, ama bu yara aynen kalacak kapanmayacak. Bir arkadaş ender bulunan bir mücevher gibidir. Seni güldürür, yüreklendirir, ihtiyaç duyduğunda sana yardımcı olur, seni dinler ve sana yüreğini açar" demiş.
ARKADAŞLIK
Savaşın en kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker teğmene koştu ve:
- Teğmenim. Fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?
Delirdin mi? der gibi bakar teğmen...
- Gitmeye değer mi? Arkadaşın delik deşik olmuş... Büyük ihtimalle ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın.
Asker ısrar eder ve teğmen "Peki " der. "Git o zaman." İnanılması güç bir olay ama asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaşır ve onu sırtına alıp, koşa koşa geri döner. Birlikte siperin içine yuvarlanırlar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene eder, sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döner:
- Sana hayatını tehlikeye atmana değmez, demiştim. Bu zaten ölmüş.
- Değdi teğmenim, diye cevap verir asker.
- Nasıl değdi? Diye sorar teğmen. Bu adam ölmüş görmüyor musun?
- Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim için. Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı:
- Geleceğini biliyordum! Demişti arkadaşı... Geleceğini biliyordum.
Kalbimizde arkadaşlık adında bir mucize var. Nasıl olduğunu veya nasıl başladığını anlamazsınız. Ama bu özel armağanı bilirsiniz ve arkadaşlığın Allah' ın en büyük armağanı olduğunu anlarsınız.
Gerçekten de arkadaşlar çok nadide mücevherlerdir. Sizi gülümsetip başarmanız için cesaret verirler. Sizi dinlerler ve kalplerini size açmak isterler.
BAYRAMLIK
Bayram günü gelip çatmıştı. Çocuklarına bayramlık alacak tek kuruşu dahi yoktu. Düşünüp duruyor, içinde buruk acılar hissediyordu. Çocukların annesi akıl verdi:
-Git, devlet reisimiz Halife Abdülmelik'e durumunu anlat, sana çocuklarını sevindirecek kadar para verir.
Nitekim öyle de yaptı. Halife, çocuklarını sevindirecek kadar para verdi.
Sevinç içinde parayı keseye doldurup evine geldiği sırada bir arkadaşı kapıdan seslendi:
-Bayram gelip çattı, çocuklarına bayramlık alacak tek kuruş param yok, bana biraz yardım eder misin?
Hiç düşünmeden, Halifeden aldığı keseyi uzattı:
-Buyur kardeşim, şu kese içindeki parayla çocuklarını sevindir!
Gözlerinin içi gülerek parayı alan arkadaşı sevinçle yola çıkmak üzereydi.
Kapıdan çıktığı anada karşısında bir arkadaşını buldu. Onun derdi de aynıydı:
-Bayram geldi, çocuklara bayramlık alacak tek kuruşum yok. Seninle can ciğer arkadaşız, ne olur bana yardım et.
Kısa bir tereddütten sonra elindeki keseyi açmadan uzattı:
-Buyur kardeşim, bu para çocuklarını sevindirir.Hiç üzülme!
Keseyi alan arkadaşının sevincine diyecek yoktu. Tesadüf bu ya o da karşısında sevdiği bir arkadaşını bulmasın mı?
Mahzun şekilde bekleyen bu arkadaşı istirhamını anlattı:
-Halifeden bayramlık para almıştım. Bir arkadaşımın da parası kalmamış. Ben paramı ona verdim. Şimdi senin yardımına geldim. Bana biraz harçlık verebilecek misin? Bir iki saniyelik tereddütten sonra cevabını verdi:
-Hay hay, buyur, işte içi para dolu kese, senin olsun. Biz hem arkadaş hem de din kardeşiyiz. Senin çocuklarının bayramda mahzun olmalarına gönlüm hiç razı olmaz.
Sevinçle keseyi alan arkadaşı koşar adımla eve gelip de hanımla birlikte keseyi açınca hayretler içinde kaldılar. Kendi keseleri değil mi? Kese üç yoksul arkadaş arasında dolaşıp yine ilk sahibini bulmuştu.
Bunların birbirlerine karşı gösterdikleri bu fedakarlığı duyan Halife, her üç arkadaşı da huzuruna çağırdı. Parayı ilk verdiğine :
-İşittiğime göre benden aldığın parayı bir kardeşine vermişsin, o da kendinden para isteyen arkadaşına vermiş. O da tekrar sana vermiş. Böylece tam bir din kardeşliği göstermişsiniz. Sizin bu yardımseverliğiniz beni çok memmun etti. Her birinize birer kese dolusu altını layık gördüm. Buyurun içi altın dolu şu keseleri, diyerek her birine birer kese dolusu altın vermiş. Böylece fedakarlıklarının karşılığını dünyada da görmüşler. Bütün ihtiyaçlarını karşılamışlar.

BİR KIŞ GECESİ
BİR KIŞ GECESİYDİ. Rüzgâr esiyor, lapa lapa yağan kar çatıları beyazlaştırıyordu.
Bir evin bir odasında, el işi yapan iki kişi oturuyordu: saçları ağarmış bir kadın ile bir genç kız...
İhtiyar kadın ara sıra soluk kansız ellerini küçük bir mangalda ısıtıyordu.
Genç kız, gözlerini kaldırıp, bir müddet sessizce, beyaz saçlı kadını seyretti. Sonra, sesinde anlatılmaz bir tatlılık ve şefkatle:
"Anne, hep böyle yoksulluk içinde yaşamadınız ya?" dedi.
Saçları ağarmış kadın:
"Kızım, Allah sahiptir, yaptıkları iyidir" cevabını verdi.
Bu sözleri söyledikten sonra biraz durdu ve devam etti:
"Babanı kaybettiğim zaman, geride sen olmana rağmen, benzersiz bir felâkete uğradığımı sandım. O zaman yalnızca ondan ayrılığın acısını duyuyordum. Sonraları, baban hayatta olsaydı ve o halde bu fakirlik içinde olsaydık, onun nasıl da kahrolacağını düşünmeye başladım. İşte o zaman, Allah'ın ona karşı şefkatli davranmış olduğunu hissettim."
Genç kız cevap vermedi, başını eğdi, ve saklamaya çalıştığı birkaç damla gözyaşı, elinde tuttuğu ketenin üzerine düştü.
Annesi ilave etti:
"Onu esirgeyen Allah, iyiliğini bizden de esirgemedi. Tamam, az bir şeye kanaat etmemiz ve bu azı da çalışarak kazanmamız gerekiyor. Fakat, yaşamak için bu kadarı da yetmiyor mu? Bir gün bile aç kalmadık, yatacak yerimiz de var, yanımda sen varsın. Nasıl O'ndan şikâyet edebilirim?"
Bu son sözler üzerine, genç kız heyecanla annesinin dizlerine kapandı, ellerini aldı, öptü, ağlayarak göğsüne doğru eğildi.
Anne, sesini yükseltmek için gayret sarf ederek:
"Kızım," dedi. "Mutluluk, çok şeye sahip olmakla değil, ümitle ve sevgiyle gelir."
Delik Kova
Bir zamanlar efendisinin evine her gün nehirden su taşıyan bir köle vardı. Köle boynunda taşıdığı bir sopanın iki ucuna birer kova asar, bu kovaları nehirden aldığı su ile doldurur ve eve getirirdi.
Ancak kovalardan birisi birkaç yerinden delinmiş eski bir kovaydı. Dolayısıyla, nehirde ağzına kadar doldurulan suyun ancak yarısını tutabilirdi eve kadar. Diğeri ise yep yeni ve sağlam bir kovaydı. Suyu hiç sızdırmadan taşırdı. Tam iki yıl bu böylece devam etti. Sucu köle nehirde iki tam kova dolduruyor, efendisinin evine geldiğinde ise geriye sadece bir buçuk kova su kalıyordu.
Deliksiz kova bu başarısıyla gurur duyuyor ve ?Ben işimi tam görüyorum? diyerek böbürleniyordu. Zavallı delik kova kusurundan dolayı utanıyor ve kendisinden beklenenin sadece yarısını yapabildiği için hep üzülüyordu. İki yıl boyunca deliğinden su sızdırmayı içine sindiremediği için, bir gün dile gelip nehir kenarında sucuya şöyle dedi:
-Ey sucu insan! Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum.
-Niye ki? diye sordu sucu.
-Neden utanıyorsun?
-İki yıl boyunca, yan tarafımdaki çatlaklar yüzünden sular akıp gitti ve yükümün sadece yarısını efendinin evine götürebildim. Benim kusurum nedeniyle sen de gayretlerinin karşılığını tam alamıyorsun.
Sucu eski delik kovaya acıdı ve şefkatli bir sesle şöyle dedi:
-Efendinin evine dönerken, yol kenarındaki çiçeklere bir dikkat et istersen.
Gerçekten de, tepeye çıkarken, delik kova yol kenarındaki enfes yaban çiçeklerini gördü ve bu onu birazcık neşelendirdi. Ama yolun sonunda yine kederlendi, çünkü yükünün yarısını yine çatlaklardan akıtmıştı. Bu başarısızlığından ötürü sucudan yine özür diledi. Sucu kovaya şöyle dedi:
-Yolun sadece senin tarafında çiçekler açtığını, diğer tarafında hiç çiçek olmadığını farketmedin mi? Bu neden böyle biliyor musun? Ben senin delik olduğunu baştan beri biliyordum ve bundan faydalanmak istedim. Senin tarafındaki yol kenarına çiçek tohumları ektim. Ve her gün dereden dönerken onları sen suladın. İki yıl boyunca bu güzel çiçeklerle efendimin masasını süsleyebildiysem, bu senin sayende oldu. Senin sayende, efendimin odası böylesine güzelleşti..

EN GÜZEL ÇİÇEK
Günlerden bir gün öğretmenleri Maviş'le arkadaşlarını yeşil kırlara çıkarmış. Bütün gün gülüp, oynamışlar. Dallarda kuşları, sularda balıkları seyretmişler uzun uzun. Sonra yorulup çimenler üzerine uzanmışlar. Öğretmen , küçük öğrencilerinin mutlu yüzlerine bakarak şöyle demiş:
"Şimdi sizlerden bir isteğim var çocuklar. Kalkın ve dağılın çevreye. Bana doğadaki en güzel çiçeği bulup getirin. Kim bunu başarırsa ona değerli bir armağanım olacak." Çocuklar sevinçle yerlerinden fırlayıp dağılmışlar, doğadaki en güzel çiçeği aramaya giderek öğretmenlerinin ne diyeceğini merakla beklemeye koyulmuşlar.
Çiğdem, pembe tomurcukları olan bir yaban gülü tutuyormuş parmakları arasında.
"aferin Çiğdem. Çok güzel bir çiçek bulmuşsun. Kokusu da doyumsuz." Selim, bir gelinciği ileriye uzatıp, sormuş:
"Ya benimki öğretmenim?"
"Şahane bir renk! Alev gibi.Zerafeti de öyle.Sana da aferin Selim." Mine'nin elinde bir bahar dalı varmış, pembe- beyaz çiçekleriyle.
"Doğanın zafer tacı sanki. Ne kadar da güzel...Tebrikler Mine!
Ali, beyaz yapraklı, sarı göbekli papatyayı uzatırken öğretmenin yüzü yeniden ışıldamış.
"Beyaz gelinlikli bir kız gibi. Sade, ama kusursuz. İnsanda saygı uyandıran bir yanı var. Teşekkürler Ali.."
Sıra Maviş'e gelmiş.bütün başlar ona , onun eline çevrilmiş.Ama Maviş'in elleri boşmuş. "Sen.. Bir şey bulamadın mı Maviş? Bunca çiçek, bunca güzellik içinde."
Maviş iri boncuk gözlerini açıp,çiçekler o kadar güzeldi ki, onlardan bir tekini bile koparmaya kıyamadım. Çünkü öğretmenim, hangi çiçeği görsem o en güzeldi.."
Öğretmen, büyük bir heyecanla kollarını açmış,sarmış Maviş'i Sonra öbür çocuklara dönmüş:"bakın yavrularım" demiş. "bu kardeşinizden hepimiz güzel bir ders aldık.Sizler güzel çiçekler buldunuz, ama en güzeli bulan o oldu. En güzel olan sevmektir; çünkü sevmek bize saygıyı getirir yavrularım. O zaman da Maviş kardeşiniz gibi, bir dal çiçeği bile koparmaya kıyamayız.
Onu dalında görmek isteriz.Öldürme hakkı bulamayız, kendimizde..."
O günden sonra çiçekler yerinde, dalında kalmış hep ve doğa daha bir renklenmiş, daha bir şenlenmiş.. Ta ki, biz insanlar, "sevgi" sözcüğünün anlamındaki yüceliği unutmaya başladığımız bu günlere gelinceye kadar

MERHABA KAPTAN,MERHABA!
Sevginin nerelere kadar yayılabileceğini onda görmüştüm. Merhaba Kaptanın sevgisine sınır yoktu. Ona Merhaba Kaptan adını takmışlardı. Çünkü o kadar içten bir merhabayla selâmlardı ki insanları. Yağmurlu bir günde güneş parlamış, masmavi gök görünmüş gibi olurdu. Örneğin; bir hastalık ya da çözümlenemeyen bir sorun nedeniyle bezginlik içinde Merhaba Kaptanın yanına giderdiniz. O dakikada merhabası şimşek gibi çakar ve kederiniz savrulup dağılırdı. İş yalnızca kaygıdan kurtulmanızla kalmazdı. Gözlerindeki neşenin büyük bir yayılma gücü vardı. İnsana geçiveriyordu.
Merhaba Kaptanın bir sürü kaptan ve denizci arkadaşı vardı. ! Bir hüneri de onların öksüz ve yoksul kalmış çocuklarını evine almaktı. Kendi çocuklarıyla birlikte onlara bakmaktı. Eşi buna çok şaşırıyordu. "Artık buna bir son ver. Bak evde on bir çocuk oldu." diyordu. Ama Kaptan hiç usanmadan eve yeni çocuklar getirip duruyordu. Eşi, "Ben bunları eğitemem ve bunlara bakamam. Bunun için otuz elim olmalı." diye söyleniyordu. Kaptan. "Oldu olacak. Ne yapalım, onları sokağa mı bırakalım? Başımıza gelmiş işte, çekeceğiz. Üstelik oturup üzülmeyelim. İşin tadını çıkaralım. Biz de onlarla birlikte çocuk olalım. Onları sevelim. Onlarla gülüp eğlenelim. Düşün bir kez, tümüne bir şey olsa o zaman otuz elle onlara bakamayacağını söyleyen sen, ne yapardın? Onlar için yüz çift gözle bile ağlamayı az bulurdun."
Kadıncağızın da hissettikleri zaten bunlardı. Eşinin yüreklendirmesiyle insanlar ne derse desin bu kimsesiz çocukları özgürce seviyordu. Sevdikçe de mutlu oluyordu. Bu mutluluk nedeniyle de eşine kendisini borçlu hissediyordu.

MİSAFİRİN KISMETİ
Bir zamanlar, on beş, yirmi kadar atlı, bir köye misafir gelmişler. Maksatları, o geceyi bu köyde geçirmek ve ertesi sabah yola çıkmakmış… Topluca, köydeki en büyük evin önünde durmuşlar. Atlıların başındaki kişi, seslenmiş. Ev sahibi dışarı çıkmış. Adam, selam verdikten sonra, ev sahibine demiş ki: "Biz yolcuyuz kardeş. Garibiz. Bizi bir geceliğine misafir ederseniz dua ederiz…"
Ev sahibi: "Ne demek kardeş" demiş. "Başımız üstünde yeriniz var. Misafir rızkı ile birlikte gelir. Sevabı da ev sahibine kalır… Lakin, bizim köy fakir bir köydür. Hepinizi birden bir kişinin ağırlaması çok zor olur. Gücenmezseniz, köyün en zengini olarak, ben içinizden yedi kişiyi misafir edeyim. Diğerlerini de, durumlarına göre diğer evlere ikişer-üçer dağıtalım. Yemek ve yatmak işini böylece çözeriz. Sohbet faslı ve çaylar benim fakirhanede olur tabii ki…"
Adam oğlunu köye salmış. Birkaç kişi koşup gelmişler. Tam misafirleri dağıtırken, köyün en fakiri olan Zühtü emmi de çıkıp gelmiş. Selam verdikten sonra, bastonunu yere vurarak: "En azından üç misafir de ben isterim" demiş…
Ne desinler? Sonunda, üç kişiyi de ona teslim etmişler… Kapısında ilk durulan zengin kişi, misafirlerini evlerine götürenlere tembih etmiş: "Akşam namazı ve yemekten sonra, yatsıya kadar bizim geniş odada toplanalım. Hem çayımızı içer, hem de misafirlerimizle topluca sohbet ederiz." demiş.
Misafirini alan, yürümüş gitmiş… Yedi kişi de köyün zenginine kalmış… Adam, misafirperverlik bir yana, köyün zengini ya… Diğer evlerden biraz farklı olsun istemiş. Hemen evcek faaliyete geçmişler… Bir koç devrilmiş, kazanlar kurulmuş… Etli aşlar, sütlü aşlar pişirilmiş. Derken, sofralar kurulmuş. Misafirler, öyle yemişler ki; gözlerinin karası aklarına karışmış… Diğer arkadaşlarını uykulu gözlerle beklemeye başlamışlar. Tabii, diğer evlerde de, herkes kendi imkanı ölçüsünde ikramda bulunmuş…
Zühtü emmi, götürdüğü üç misafirine öyle güzel sözler, öyle tatlı iltifatlar etmiş ki, misafirler açlıklarını bile unutmuşlar. Değil uyuklamak, kahkahadan kırılmışlar. Akşam namazından sonra, misafirlerinin önüne bir temiz sofra bezi yaymış. Birkaç kuru ekmek, kuru soğan ve oldukça tuzlu bir lor getirmiş… Zühtü emmi, tatlı tatlı sohbet ederken, misafirler dalıp gitmişler sohbete. Soğanın acısı, lorun tuzu bal olmuş ağızlarında. Kuru ekmek kurabiye gibi lezzetlenmiş. Herkesin karnı doymuş, gönlü doymuş… Yemekten sonra alınan karar gereğince, Zühtü emmi de misafirlerini alıp, köyün zengininin odasına gelmiş. Selam verip, gösterilen yere oturmuşlar. Zühtü emmi, güzel bir sohbete başlamış. Uyuklayanların uykusu dağılmış… Bu arada, tuzlu loru, kuru ekmek ve acı soğanları sohbetin şerbetiyle mideye indirenler susamışlar. İki lafın arasında, evin hizmetkarlarından su istiyorlarmış. Zühtü emmi sohbetini sürdürürken, zavallı hizmetkarlar, taslar dolusu su taşımaktan yorulmuşlar. Sonunda, zengin ev sahibi dayanamamış. Sohbetin uygun bir yerinde lafa girmiş: "Zühtü emmi… Kusura bakma. Benim bildiğim kadarıyla, en güzel yemekler bizdeydi… Zühtü emminin sofrasında, olsa olsa kuru soğan, ekmek vardır. Ama onun misafirleri saç kavurması, Şam tatlısı yemiş gibi suya sarıldılar… Sözüm özellikle kendi misafirlerimedir. Bre kardeşler, ne olur, bir tas da su siz isteyin… Ben size duru suyla kepek mi yedirdim?.."
Bu sözler, misafirleri kırmış. Herkesin başı önüne eğilmiş ama, gürleyen ses, yine Zühtü emminin sesiymiş: "Beri bak ağa" demiş. "Kimin ne yediği önemli değil. Allah'ın izniyle, misafirlerim benim yüzümü ak ederler… Mevla'nın ağarttığı alınlara, kimseler kara çalamaz… Az önce kavurma yedirdiğin misafirlerini, bu sözlerinle zehirledin. Bari şimdi sus da, sohbetimiz panzehir ola…"
SEVGİ ADAMLARI
Bir gün bilge bir kişiye sormuşlar:
-Sevginin yalnızca sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?
-Bakın göstereyim, demiş bilge. Önce sevgiyi dilden gönüle indirmemiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalara gelmiş, arkasından da bir metre boyunda kaşıklar. Bilge, bu kaşıkların ucundan tutup, öyle yiyeceksiniz, diye bir şart koşmuş. "Peki!" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü tastan çorba alıp ağızlarına götüremiyorlar. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine bilge, şimdi sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe, demiş. Bu defa yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen insanlar gelmiş, oturmuşlar sofraya. "Buyurun!" denilince, her biri uzun saplı kaşığını çorbaya daldırdıktan sonra karşısındakini kardeşine uzatarak çorbayı içirmiş. Böylece her bir diğerini doyurmuş ve Allah'a şükrederek sofradan kalkmışlar. Bunun üzerine, bilge şöyle demiş:
"İşte kim ki yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da doyurulacaktır


SEVGİ[1]
Küçük kız, annesiyle yürürken birden durdu. Yağmur damlacıklarıyla ıslanan gözlüğünü çıkartarak baktığı şey, babasıyla birlikte bisiklette giden bir başka kız çocuğuydu. Bisikletin arka tarafındaki minder üzerine oturan kız, düşmemek için babasına sıkı sıkı sarılmış ve soğuktan pembeleşen yanaklarını onun sırtına dayamıştı. Adamın ara sıra yana dönerek söylediği sözler, küçük kızı kıkır kıkır güldürüyordu.
Kaldırımdaki kız bisikletin arkasından bakarken, annesi durumu fark edip:
—Evdekiler yetmiyormuş gibi gözün hâlâ bisikletlerde, diye çıkıştı. Ama eğer beğendiysen, baban ondan da alır.
Küçük kız, yumuşak bir sesle:
—Bisiklete değil kıza bakmıştım, dedi. Babası o vaziyette bile kendisiyle sohbet ediyor da…
Annesi, küçük kızı hiç duymamış gibiydi. Onun kürklerle çevrili şapkasını düzeltirken:
—Arkadaşların, bu havada bile okula yürüyerek geliyor, dedi. Halbuki baban, işe giderken de olsa, vakit ayırıp seni Mercedes’iyle getiriyor.
Kızın gözü yine bisikletteydi. Kadın, alaycı bir ifadeyle:
—İstersen baban da seni bisikletle getirsin, diye devam etti. Ne de güzel yakışır, öyle değil mi?
Küçük kız, inci taneleri gibi süzülen gözyaşlarını annesinden saklamaya çalışırken:
—Çok isterdim, diye cevap verdi. Belki de öylelikle, babama sarıldım
SEVGİNİN VE KARDEŞLİĞİN BÖYLESİ
Huzeyfe anlatıyor:
Hicretin 13. yılı, Yermuk Savaşı sırasında idi. Savaş, bütün şiddetiyle devam etmiş, akşam üzeri biraz yavaşlamıştı. Bu arada ben, amcamın oğlu Haris'i bulmak için yaralılar arasında dolaşmaya başladım. Biraz sonra onu buldum. Yaralanmıştı, kanlar içinde yatıyordu. Sadece kaş ve göz işareti ile konuşabiliyordu. Susuzluktan dudakları kavrulmuştu.
-Su ister misin? diye sordum.
Göz işareti ile istediğini bildirdi. Ben kırbamın (su kabımın) ağzını açtım. Suyu ona veriyordum ki, biraz ilerde Hişam'ın sesi duyuldu:
-Su!..Su!.. diye inliyordu.
Amcamın oğlu Haris, feryadı duyar duymaz su içmekten vazgeçti. Göz işaretiyle suyu arkadaşı Hişam'a götürmemi istedi. Koşarak onun yanına gittim. Suyu ona verdim. Elini uzattı ve suyu aldı. Ağzına götürdü, tam içecekti ki, biraz ileriden bir başka ses duyuldu:
-Ne olur, bir damla su verin! Allah rızası için bir damla su!.. Bu, İyaş'ın sesiydi. Feryadı duyan Hişam, elini geri çekerek suyu içmedi. Ateşler içerisinde yanmasına ve ağır yaralı olmasına rağmen, o da arkadaşının kendisinden daha yaralı olduğunu düşünerek, suyu ona götürmemi işaret etti.
Hişam'ın yanından, İyaş'a doğru koşarak ayrıldım. Yanına vardığım zaman, kendisinin ancak son kelimesini işittim. Kelimeişehadeti söylüyordu. Şehit olmak üzereydi. Geldiğimi gördü. Ancak zamanı kalmamış ve şehit olmuştu.
Oradan derhal geri döndüm. Koşarak Hişam'ın yanına geldim. Gördüm ki, o da şehit olmuştu. Hemen onun yanından da ayrılıp, Haris'e koştum. Heyhat! Ne çare ki, ona da yetişemedim. O da diğerleri gibi şehit olmuştu. Ben, hayatımda birçok olayla karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu olay kadar heyecanlandırmadı. Aralarında akrabalık bile olmamasına rağmen, Müslümanların birbirine karşı olan bu saygısını ve şefkatini imrenerek seyrettim. Bu, yüce bir ahlâkın ve üstün bir faziletin belirtisiydi. Bu hal, ancak yüce İslâm dininin kazandırdığı İslâm kardeşliğinden kaynaklanıyordu.

ÜÇ İHTİYAR MİSAFİR
Bir kadın, kapıdan dışarı çıktığında, bembeyaz sakallı üç ihtiyarın kendi evinin önünde oturduklarını görür.
'Ben sizi hiç tanımıyorum, der...
Ama aç ve susuz olmalısınız... Lütfen içeriye gelin de sizlere bir şeyler ikram edeyim...'
'Evin erkeği içerde mi?' Diye sorar adamlar.
'Hayır, der kadın. Şu an evin dışında.'
'O evde olmadığı sürece bizim bu eve girmemiz mümkün değil...' diye cevap verirler.
Akşam olup kocası eve döndüğünde kadın olanları anlatır.
'Peki, onlara söyleyebilir misin, der adam. Ben evdeyim artık, bu eve gelebilirler...'
Kadın dışarı çıkıp bu kişileri içeri davet eder.
Ama bu defa da;
'Hepimiz aynı anda içeri girmeyiz' der yaşlı adamlar.
Kadın öğrenmek ister;
'Niye giremezsiniz?..'
İhtiyarlardan biri açıklar:
'Onun adı ZENGİN, der bir arkadaşını göstererek.
Diğeri BAŞARI...
Ben ise SEVGİ...'
Sonra ekler; 'Şimdi içeri gir ve kocanla konuş. Hangimizi evinizde istersiniz?..'
Kadın içeri girip söylenenleri kocasına anlatır. Adam duyduklarıyla neşelenerek;
'Ne güzel, der. Madem öyle, Zengin'i içeri çağıralım ve evimizi zenginlikle doldursun...'
Karısı itiraz eder;
'Canım, niçin Başarı'yı çağırmıyoruz?'
Bu sırada, evin diğer köşesinde bulunan gelinleri konuştuklarını duyar. Koşarak gelir ve kendi fikrini söyler;
'Sevgi'yi çağırsak daha iyi olmaz mı? Evimiz sevgiyle dolar!..'
'Gelinimizin teklifini dikkate alalım, der adam karısına... Dışarı çık ve bizim misafirimiz olması için Sevgi'yi davet et.'
Kadın dışarı çıkar ve yaşlı adamlara sorar;
'Hanginiz Sevgi idi? Lütfen içeri gel ve misafirimiz ol...'
Sevgi ayağa kalkar ve eve doğru yürümeye başlar. Fakat diğer iki yaşlı adam da onu takip ederler... Kadın şaşırmış bir halde Zengin ve
aşarı'ya sorar;
'Ben sadece Sevgi'yi davet ettim, siz niye geliyorsunuz?'
Zengin ve Başarı bir ağızdan cevap verirler:
'Eğer Zengin'i ya da Başarı'yı davet etmiş olsaydın diğer ikisi dışarıda kalırdı. Ama sen Sevgi'yi davet ettin... O nereye giderse biz de ardından oraya gideriz. Çünkü nerede Sevgi varsa, orda Başarı ve Zenginlik de vardır!..'

YAŞAMIN YANKISI
Bir adam ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlardı. Birden oğlan takılıp yere düştü ve canı yanıp "Ahhh!" diye bağırdı. İleride bir dağın tepesinden "Ahhh!" diye bir ses duydu ve şaşırdı. Merak etti ve "Sen kimsin?" diye sorunca aldığı yanıt "Sen kimsin?" oldu. Aldığı yanıta kızıp "Sen bir korkaksın!" diye tekrar bağırdı. Dağdan gelen ses "Sen bir korkaksın!" diye yanıt verdi. Çocuk babasına dönüp: "Baba ne oluyor böyle?" diye sordu. "Oğlum dinle ve öğren!" dedi ve dağa dönüp "Sana hayranım!" diye bağıdı. Gelen yanıt "Sana hayranım!" oldu. Baba tekrar bağırdı: "Sen muhteşemsin!". Gelen yanıt "Sen muhteşemsin!" oldu. Oğlan çok şaşırdı; ama hala ne olduğunu anlayamıyordu. Babası açıklamasını yaptı. "İnsanlar buna yankı derler ama aslında bu yaşamdır. Yaşam daima sana senin ona verdiklerini geri verir. Yaşam yaptığımız davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman daha çok sev. Daha fazla şefkat istediğinde daha şefkatli ol. Saygı istiyorsan, insanlara daha çok saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan, sen daha sabırlı olmayı öğren. Bu kural yaşamımızın bir parçasıdır, her kesiti için geçerlidir. Yaşam bir tesadüf değil, yaptıklarımızın aynada yansımasıdır." dedi.
PALTO
                Çoban Ahmet Dayı, dert küpüydü. Korkunç savaş yıllarında çok şeyini yitirmişti. Karısı ölmüş, oğlu da kaybolmuştu. Şehirdeki işini de kaybedince, bir köyde çobanlık yapmaya başlamıştı.
                Bir gün yol kenarında koyunlarını otlatıyordu. Birden hasta bir genci şehre götürdüklerini gördü. Anlaşılan zavallı genç kendisinden de fakirdi. İncecik bir ceketin içinde titreyip duruyordu. Çoban Ahmet Dayı yıllardur üstünden çıkarmadığı paltosunu hasta delikanlıya giydirdi.
                Hastane koridorunda muayene olmak için iki büklüm bekleyen genç, birinin “baba” diyerek kendine dokunduğunu hissetti. Çok şaşırdı. Başını kaldırıp baktı. Ona “baba” diye seslenen delikanlı da şaşırmıştı.
- Affedersiniz. Üzerinizdeki paltoyu yıllardır göremediğim babamın paltosuna benzettim. Sizi de babam zannettim, diye özür diledi.
                Kıyafetinden hastabakıcı olduğu anlaşılıyordu. Hasta delikanlı ona babasının kim olduğunu sordu. Biraz konuşunca bu delikanlının Ahmet Dayı’nın oğlu olduğunu anladı. Ona yanılmadığını, bu paltonun gerçekten de babasına ait olduğunu söyledi.  Muayenesi bittikten sonra, çoban Ahmet Dayı’nın oğluyla birlikte köye döndüler.
                Sevgili çocuklar, Sevgili Peygamberimiz’in şu hadîs-i şerîfi ne kadar doğruymuş değil mi?
“BİR İYİLİĞE ON KAT MÜKÂFAT ve ÖDÜL VERİLİR.”
KANDİL VE UÇURTMA

Krepon kâğıtlarından kocaman bir uçurtma yapmayı tasarlamıştık. Tam dört renk olacaktı. Kırmızı, yeşil, sarı ve lâcivert... Gerekirse elişi kâğıtlarından renkli yıldızlar kesip,yapıştıracaktık üzerine.
Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. İstanbul'da oturan halamın bir bebeği olmuştu. Beraat kandiline bir hafta kala, dedemle ninem onu görmeye gittiler. Oysa biz, bütün umudumuzu onlara bağlamıştık. Kandil gecesi ellerini öpüp, " Kandiliniz mübarek olsun " diyecektik. Onlar da bizim yanaklarımızı okşayıp, avucumuza hatırı sayılır bir harçlık sıkıştıracaklardı. Artık gerisi kolaydı. Ben krepon kâğıtlarıyla uçurtma kamışlarını alacaktım, kardeşim de kendi parasıyla tutkal ve elişi kâğıtlarını temin edecekti. Fakat şimdi, bütün umutlarımız suya düşmüştü.
Kardeşimi bilmem ama ben her gece yatağa girdiğim zaman, ninemle dedemin kandilden önce dönmeleri için Allah'a dua ediyordum. Bir gece yatakta mırıldandığımı işiten kardeşim:
-Kiminle konuşuyorsun? Diye sordu.
-Dua ediyorum, dedim.
-Ne için?
-Dedemle ninemin erken dönmeleri için... Yoksa Renkli uçurtmayı yapamayacağımızı biliyorsun.
-Dönerler mi dersin?
-Belki de dönerler.
-Eğer dönmezlerse, biz de annemle babamın ellerini öperiz.
Birden heyecanlandım. Kardeşimin teklifi fena fikir değildi.
-Öpmesine öperiz de, acaba para verirler mi? Dedim.
-Hiç olmazsa deneriz.
Benim hiç umudum yoktu. Çünkü o güne kadar ne annemin, ne de babamın kandil gecelerinde harçlık verdiklerini görmemiştim. Belki de bu işi dedemle nineme bırakmayı tercih ediyorlardı. Her şeye rağmen, o gece de ninemle dedemin dönmeleri için, dua etmeyi elden bırakmadım.
Hemen her akşam, yataklarımızın üzerine oturup, renkli uçurtmayı konuşuyorduk. Ninemle dedem dönecekler miydi? Eğer dönmezlerse annemle babam bize harçlık vermeyi akıllarına getirebilecekler miydi? Tam uçurtma mevsimiydi. Nisan ayının güneşli gök yüzüne karşılık, tepelerde püfür püfür rüzgâr esiyordu. Nihayet Beraat kandili geldi. Fakat ninemle dedemden bir haber çıkmadı. Artık umutlarımızı annemle babamın insafına bırakmıştık. Akşamın alaca karanlığıyla birlikte minarelerdeki lambalar yandı. Cadde ve sokaklarda, kandil simidi satan çocuklar dolaşıyordu. Güneş batmaya yüz tuttuğu halde, gökyüzü rengârenk uçurtmalarla doluydu. Evin arka bahçesinde hem top oynuyor hem de tepemizde nazlı nazlı salınan uçurtma kuyruklarını seyrediyorduk. Acaba yarın, bizim de bir uçurtmamız olacak mıydı?
Akşam ezanıyla birlikte, kardeşimi kolundan tutup eve soktum.
-Yemekten sonra unutma, hemen ellerini öpeceğiz, diye fısıldadım kulağına.
-Tamam.
Önce kardeşim öptü annemin elini... Ben de "Kandiliniz mübarek olsun" diye ekledim. Sonra dönüp, babamın ve annemin ellerini teker teker öptüm. Hiç oralı olmadılar. "Sizinki de mübarek olsun"deyip, bizim yanaklarımıza da birer kuru öpücük onlar kondurdu. Ne elini cebine sokan vardı, ne de para veren.
Onlar ilgi göstermeyince, biz de çıt çıkarmadan odamıza gittik. İlk konuşan kardeşim oldu:
-Artık renkli uçurtmayı aklından çıkart, dedi.
-Haklısın, diye karşılık verdim. Boşuna umutlanmışız. Ninemle dedem dönselerdi ne olurdu sanki?
Ömrümde o geceki kadar üzüldüğümü hatırlamıyorum. "Bir anne ve baba nasıl olur da, böyle anlamlı bir günde, elleri öpüldüğü halde, çocuklarına harçlık vermeyi düşünemez?" Diye için için kızıyordum. Ama çok yanılmışım. Sabahleyin uyandığımda, yatağın yanı başında rengârenk kâğıtlarla süslenmiş, kocaman bir uçurtma buldum. Neredeyse sevinçten deli olacaktım. Meğer babam, birkaç akşamdır, bizim kapımızı dinleyip, uçurtma hayali kurduğumuzu bilirmiş. Böylece bir sürpriz yapmayı düşünmüşler. Yeniden boyunlarına sarılıp sevgiyle kucakladım onları...Annemle babam, ayrıca yüzer lira da harçlık verdiler.
-Şimdi daha kârlıyız, dedi kardeşim, gülerek. Hem uçurtmamız var, hem de paramız.
Babam ikimizin de saçlarını okşarken:
-Elbette, diye karşılık verdi. ÇÜNKÜ BÜTÜN KANDİLLER BEREKETTİR, BOLLUKTUR.
ÇİFTÇİNİN ÖĞÜDÜ                                             
Vaktiyle bir çiftçi varmış
Deneyimli ihtiyarmış.
Hastalanıp yatmış bir gün
Çocukları mahzun, küskün,

Toplanmışlar etrafına,
Demiş: "Kulak verin bana
Çünkü artık yavrularım,
Öleceğim, ihtiyarım.

Son sözleri babanızın
Aklınızda iyi kalsın.
Tarlamızda hazine var
Kazarsanız altın çıkar.

Çiftçi ölür üç gün sonra,
Tarla kalır çocuklara.
Kazma, kürek, çalışarak
İçindeki taşı toprak

Yapar gibi uğraşırlar
Ne altın var ne mangır var.
Fakat dolar şimdi tarla,
Altın gibi başaklarla

Çiftçi şunu demek ister:
Haydan gelen huya gider,
Hazır para çabuk yenir,
Çalışmamız hazinedir."

HER CUMA KAZANCINI ÖLMÜŞLERİNE BAĞIŞLIYORDU
Çok parası yoktu. Bunun için ölmüşlerine hayır yapamıyor, sevap bağışlayamıyor. Halbuki, ölen akrabalarının kendisinden hediye beklediklerini biliyordu. Ölmüşler dirilerden mutlaka sevap hediyesi beklerdi. Düşündü, taşındı, nihayet kararını verdi:
-Bundan sonra Cuma günlerimin kazancını ölmüşlerime tahsis edeceğim. Ne elime geçerse onunla hayır işleyip sevabını geçmişlerime bağışlayacağım.
Gariptir ki kararından sonra Cuma günkü işleri açıldı, alıp sattığı şeylerden iyi kazanç elde etti. Akşamları yoksulların evlerinin önünden geçiyor, rastladığı çocuklara bu parayı veriyor, bazen de aldığı giyim eşyasını gönderiyordu.
Yine bir Cuma günü, sabahın erken saatin de işyerini açmış, müşteri beklemeye başlamıştı. Saatler geçti, gelip giden olmadı. Öğleyin cumayı kılıp tekrar işyerine geldi, yine müşterilerinin geldiği görülmedi. O gün eline tek kuruş geçmemiş, ölmüşlerine bir sevap bağışlayamamıştı. İkindi namazını kıldığı caminin imamına üzüntü ile sordu:
-Muhterem Hocam, ben bu Cuma hiçbir şey kazanamadım, geçmişlerime hiçbir hediyem olmadı. Şimdi dükkanı kapayıp evime gidiyorum. Ölmüşlerimde böylece mahzun bekliyorlar. Ne yapayım?
Hoca efendi, önce düşündü, sonra şu tavsiyeyi yaptı:
-Şimdi yaz mevsimidir, şurada burada kavun karpuz kabukları atılmış vaziyette görünmektedir.Sen bunları topla, hiç olmazsa aç kalmış hayvanlara ver, onların karınlarını doyur. Bu saatten sonra başka yapacak hayır bilmiyorum.
Genç, Hoca Efendinin tavsiyesine uydu, topladığı kavun, karpuz kabuklarını sokaklarda, boş arsalarda gezerek karnını doyuramayan hayvanlara verdi. Evine bundan sonra gitti.
O gece rüyasında vefat etmiş akraba ve dostlarını gördü. Her biri kendisine sevgi ve hürmetle baktıkları halde, kendisi onlara utancından bakamıyor ve şöyle diyordu:
-Kusuruma bakmayın bu Cuma sizlere hediye getiremedim.
Hepsi birden cevap verdiler:
-Biz senin hediyeni aldık. Hem de en çok ihtiyacımız olan hediyeydi gönderdiğin.
Şaşırdı:
-Nasıl bir hediye aldınız ki?
-Kavun, karpuz göndermişsin. Sıcaktan bunaldığımız bir zamanda, dilimiz damağımız kurumuş halde iken bize kavunlar karpuzlar verdin. Biz de iştiha ile yedik, hem serinledik, hem de susuzluğumuz gitti. Sağ ol. Anlaşılan, kavun karpuz kabukları, kavun karpuzun kendisini vermiş gibi sevaba vesile olmuş, makbuliyet kazanmıştı. BİR ÇOCUĞUN DUYARLILIĞI
Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir
çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu.
Çocuk sordu: "Çikolatalı pasta kaç para?"
"50 cent!"
Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı.
Bir daha sordu: "Peki dondurma ne kadar."
"35 cent" dedi garson kız sabırsızlıkla.
Dükkânda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu.
Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki...
Çocuk parasını bir daha saydı ve "Bir dondurma alabilir miyim?
Lütfen" dedi.
Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki
masaya koştu.
Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi.
Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu
birden. Masayı sanki akan yaşları ile temizleyecekti.
Bos dondurma tabağının yanında çocuğun bahşiş olarak bıraktığı 15 cent duruyordu
DOĞRULUK
Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri'ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri'nin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:
- Hasan Basri'yi (r.a.) gördün mü? Diye sordular.
O gayet sakin:
- Evet, dedi.
- Nerede?
- İşte şu kulübemde...
Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri'ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:
- Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? Dediler.
- Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne?
Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:
- Ey Habib! Biliyorum ki Rabb'im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? Dedi.
Hazreti Habib mahcup bir şekilde:
- Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, Doğruların yardımcısı Allah'tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi.
* * *
Zulme uğrayan bir kişiyi kurtarmak amacıyla, yalan söylemeye ruhsatın olduğu yerler olsa da, en faziletlisi eğer Habib-i Acemi Hazretleri gibi Allah'a teslimiyetiniz varsa, doğruyu söylemektir.

FİDAN
Bir bilge kişi, kötü alışkanlıklardan korunmayı öğrencilerine anlatıyordu. O sırada ağaçlık bir yerden geçiyorlardı. Bilge kişi, öğrencilerden birine genç bir fidanı işaret ederek, topraktan söküp çıkarmasını istedi. Öğrenci, fidanı güçlük çekmeden elle topraktan söküp çıkardı. Bunun üzerine bilge kişi, biraz daha kalın fidanı göstererek, sökmesini istedi. Öğrenci, bu fidanı da söktü; ama iki elle asılarak, zorlayarak. Daha geniş, yaşlıca bir fidanı sökmesi kendisinden istenince, iki elle asılmasına karşın bir türlü sökemedi, ancak arkadaşının yardımıyla sökmeyi başarabildi.
Bundan sonra bilge, sökülenlerden daha güçlü, kalın ve boylu bir fidanı sökmesini istedi. Öğrencilerin hepsi güçlerini birleştirdikleri halde, fidanı değil sökmek, kıpırdatamadılar bile. O zaman bilge, öğrencilerine dönerek şöyle dedi: "Yavrularım, kötü alışkanlıklar da böyledir. Yerleşmesine fırsat vermeden, değiştirilmesi kolaydır."

GIYBET
Komşun aç yatarken,
Sen tok yatma.
Bunlardan haberin olsun.
Gıybet içinde kalma.

Bütün insanlar kardeştir,
Savaşlara yol açma.
Yol üstüne düşen herşeyi,
Gıybet içinde kalma.

Her zaman çok çalış,
Çalışmadan yemek ayıp,
Çalanlara karşı dur,
Gıybet içinde kalma.
İÇKİNİN YÜZÜNDEN
Aklının sesine kulak vermedi,
Daima nefsinin peşinden gitti.
Mü'minlerin meclisine girmedi,
Her zaman şeytanın izinden gitti.

Her sabah el âlem giderken işe,
Koyardı cebine beş altı şişe,
Bulursa ne âlâ bir kuytu köşe,
Midesi şarabın közünden gitti.

Nihayet göç etti çok genç yaşında,
Boş şişeler mâtem tuttu başında,
Şunlar yazılıydı mezar taşında:
'Bu mevta içkinin yüzünden gitti'
MAHCUP EDEN YALAN
Önümdeki orta yaşlı hanım, çocuğu ile kendisine, güçlükle yol açıp sahanlıktan çıkmış ve biletçinin önünde durmuştu. Çantasından çıkardığı yirmi bin lirayı biletçiye uzatıp;
-Bir Beşiktaş, dedi.
Biletçi, yanındaki çocuğu işaret ederek:
-Ona da bilet alacaksınız, deyince hanım sinirli bir ifadeyle;
-Bu kadarcık çocuğa bilet mi olurmuş ? Diye diklendi.
Herkes kulak kesilmişti. Biletçi sakin ve pişkin bir tavırla gülümseyerek;
-Ne yapalım hanımefendi, yedi yaşından yukarı çocuklar bilete tâbidir, kanunu ben koymadım ki, dedi.
Kadın iyice kızmıştı.
-Şu çocuğa baksana; daha beş yaşında, ne bileti alacağım ? Kanunu senin kadar biz de biliriz, diye bağırdı.
Biletçi yine sakin;
-Peki yenge, kızma senin dediğin olsun, beş yaşındaysa bilet kesmeyiz dedi ve biletle birlikte paranın üstünü uzatırken, örgülü saçlı, temiz giyimli çocuğun tiz sesi duyuldu:
-Anne, anne! Niye öyle söylüyorsun, ben geçen gün sekiz yaşıma basmadım mı ?
Hanım öfkeyle kolundan sarstığı çocuğun başına bir tokat atarak;
-Sus bakayım, sen ne bilirsin hangi yaşa bastığını, diye bağırdı.
Otobüste bir kahkahadır kopmuştu. Neye uğradığını anlayamayan zavallı çocuğun gözlerinden inci gibi yaşlar dökülüyordu.
Ben gülemedim bu anlamlı hâle. Bu annenin hesabına yüzüm kızardı.


ORMANA ATILAN İHTİYAR
Adamın babası iyice ihtiyarlamıştı.Kendi kendine yemek bile yemiyor,üstüne başına döküyordu .Olur olmaz zamanlarda yaptığı konuşmalarla da ev halkını rahatsız ediyordu.
Bir gün oğlu ,kendi oğlunu da yanına alarak babasını uzaktaki bağ evine götürüp bıraktı.Çocuk,babasının bu davranışını anlayamamıştı.Dönerken sordu:
-Niçin dedemi bağ evine bıraktın babacığım?
-Çünkü, dedi babası; çok ihtiyarladı. Bizi rahatsız edecek hale geldi. Burada tek başına rahat eder. Arada uğrayıp yiyecek filan getiririz.
Çocuğun gönlünde bir burukluk meydana geldi.Her şeye rağmen o, dedesini seviyor, bu davranışın doğru olmadığına inanıyordu.
-Bir soru sorabilir miyim baba?
-Sor yavrum.
-düşünüyorum da birkaç yıl sonra sen de dedem gibi yaşlanacaksın. Yemek yerken üstüne dökecek, etrafı kirleteceksin. Onun bütün yaptıklarını yapacaksın kısacası. O zaman ben de seni alıp bu bağ evine mi getireceğim? Evlatlık bu mu? Beni bunun için mi yetiştiriyorsun?
Çocuğun babası şaşırdı. Ne cevap vereceğini düşündü ama bulamadı. Oğlu haklıydı. Bir gün kendisi de yaşlanacak, şimdi bağ evine yapayalnız bıraktığı babasına benzeyecekti. Her insan doğar, büyür ve yaşlanırdı. Gençlerin görevi yaşlılara yardımcı olmaktı. Onları üzmek, horlamak, yapayalnız bırakmak değil...
Büyük bir hata ettiğini anladı. Bir süre hüngür hüngür ağladıktan sonra oğluna döndü.
-Çok haklısın oğlum. Ben babama ne yaparsam sen de bana aynısını yaparsın. Gel bağ evine dönüp babamı oradan alalım. Bugünün ihtiyarı o ise, yarının ihtiyarı benim, öteki günün ihtiyarı da sensin.Böyle sürüp gidecek bu.
Bağ evine döndüler.İhtiyar dede kapının eşiğine oturmuş bekliyordu.Oğlu:
-Korktun mu?... diye sordu.
İhtiyar:
-Hayır, dedi. Geleceğini bilmiyordum. Çünkü ben babama böyle davranmadım ki sen bana böyle davranasın.
İhtiyarın bir elinden oğlu,bir elinden torunu öptü.
Oğlu ağlayıp af diledi ondan. Hakkını helal etmesini istedi.ihtiyar hakkını helal etti.Birlikte tekrar eve döndüler. Ve o günden sonra yaşlı adamın bir dediğini iki etmediler.
Öylece daha mutlu oldular...
CENNETTEN SATIN ALINAN BAHÇE
    Kalp gözü açık bir insandı. Şam’da oturuyordu. Bir ara şehirde büyük bir kıtlık çıkmıştı. Halkın büyük bir kısmı bu krizden etkilenerek bahçelerini ve arazilerini ucuz fiyata satmış, başka yerlere göç etmişlerdi.
    Hanımı, bu fırsatı değerlendirmek istiyordu. Boynundaki çok değerli gerdanlığını vererek, kocasından bir bahçe satın almasını istedi.
    Kalp gözü açık zat, gerdanlığı sattı. Aldığı parayla ise bahçe satın almayıp onu krizden çok etkilenen fakirlere sadaka olarak dağıttı.
    Eve dönünce, hanımı, ona “bahçeyi satın alıp almadığını” sordu. Hanımına şu cevabı verdi:
    – Evet, gerdanlığı sattım. Onunla Şam’da güzel bir bahçe satın alacaktım. Ama baktım ki, insanlar çok zor durumdalar. Kıtlık sebebiyle, muhtaçların sayısı bir hayli fazla.
    Bunun üzerine, Şam’da bahçe satın almaktan vazgeçip cennette bir bahçe satın almayı düşündüm. Ve gerdanlığın parasını fakir halka sadaka olarak dağıttım. Gerçi Şam’da bir bahçe satın alamadım ama, inşallah cennetten bir bahçe satın almışımdır.
    Hanımı, beyinin bu açıklamasını büyük bir memnunlukla karşıladı.
Apartmanda Komşuluk
Kapı karşı iki komşu birbirine yabancı.
Ananeye uymuyor ki bu, geçekten çok acı.
Adını, sanını bilmiyorum, bu nasıl komşuluk?
Huzursuz oluyorum, duygumsa suçluluk.

Kim mülk sahibi, kim hancı, kim yolcu?
Sakallısı, türbanlısı, kim sağcı, kim solcu?
Asansörde karşılaşsam, merhaba yok selam yok!
Bilinmez ki komşulardan kimler aç, kimler tok!

Soramazsın ne köyünü ne de ilini
İstesen de çalamazsın kapısının zilini,
Konuşursan öğrenirsin, şivesini, dilini,
Görmek mümkün silkelerken pencereden kilimi!

Toplantıda aynı yüzler, kimsenin kimseyi taktığı yok,
Nezaketmiş, ananeymiş hiç de baktığı yok.
Muhtaç olsan külüne, odun yok, yaktığı yok.
Yönetime talip yok, tenkit ile şikayet çok

Zaman geçer, göre, göre yüzler olur aşina.
Zaman gelir, elvedasız, bunlar da evden taşına.
Gelenler, gümbürtüyle, tak takayla, gidenleri aratır.
"Ev alma komşu al "demişler, komşu evi sattırır
 ARKADAŞIM
Anlayamadığım hayatımın senle olan ilgisi,
Niçin bu kadar korunup, bu kadar sevildiğim.
Hak ettiklerim mi acaba bunlar? Sana ne verebildim?
Para mı, aşk mı, sultanlık mı? Söyle nedir istediğin?

Annem gelince aklıma; omuzum da bir el:
Anneminkiler gibi...
Issız ve karanlık sokaklarda koluma girdin
Babam gibi...
Ben ağlarken, senden dökülüyordu gözyaşları...
Gülerken ben sen de gülüyordun.
Ömür boyu senle kalsam;
Kabullenir miydin beni; bir parçan gibi...

Sen de olmasan bu koca şehirde ben;
Bazen bir serseri, bazen çok dertli
Yalnız bir öğrenci.
Bilmek istiyorum her şeyi, söyle!
Niçin harcıyorsun kendini
Feda ediyorsun benliğini...

Biliyorum hep böyle gitmeyecek,
Karşılaşamayacağız her sabah okul kuyruğunda.
Ayda bir belki sokakta, belki pazarda, belki de rüyalarda...
Gözlerim yaşaracak, duygulanacak, ağlayacağım;
Fotoğrafına baktığımda.

İyi ki sen vardın ve senin gibiler olacak.
Hayat anlam kazanacak,
Ben "sen" olacağım
Sen de olmasan, olmama ihtimalini düşünemiyorum.
Şunu bil ki can dostum: seni çok seviyorum...
 BANA FIRSAT VERİN
Öğretmenlik mesleğine başladığımın ilk günleriydi. Van ilinin Gürpınar ilçesi, Yatağan Köyü İlkokulunda görev yapıyordum.
Öğretim yılının ilk haftası içinde okul bahçesini düzenliyorduk. Bahçedeki kuru otlan ve dikenleri de temizlememiz gerekiyordu.
Birlikte kullandığımız toplumsal mekânlardan biri olan okul ve bahçesinin temizliğini öğrencilerim büyük bir istekle yaptılar.
Bu arada bahçeyi okul uygulama bahçesi yapmaya karar verdik. Öğrencilerimi etrafımda topladım. Gözlerim güçlü, iri bir öğrenci arıyordu. Henüz çocukların adını bilmiyordum.
Geri plânda duran bir öğrenciye:
-Oğlum sen gel! dedim.
-Buyur öğretmenim, dedi.
-Küreği getir, bahçeyi belleyelim, dedim.
Arkadaşları hep bir ağızdan:
-O, küreği tutamaz, sakat öğretmenim, diye bağırdılar.
Çocuk çok utanmış; sıkılgan ve çekingen bir şekilde başını Önüne eğmişti. Çocuğun bu durumu beni çok üzdü.
-Yavrum! Adın ne senin? Dedim. Başını kaldırmadan "İbrahim" dedi.
Önlüğün kolundan eli görünmüyordu. Diğer eli ise sağlamdı. Kolunu tuttum ve;
-İbrahim, sen bu işi başarabilirsin, dedim,
İbrahim hiç konuşmadan gitti, duvarın yanında bulunan küreği aldı ve çalışmaya başladı. Öyle çalışıyor ve koltuğunun altına kıstırdığı kürekle toprağı Öyle çeviriyordu ki hepimiz şaşırıp kalmıştık. İşini bitirinceye kadar onu hayranlıkla izledik. Kısa sürede uygulama bahçemiz hazırdı.
Okul çıkışı İbrahim'i yanıma çağırdım.
-İbrahim, anlat yavrum, koluna ne oldu? diye sordum.
-Öğretmenim, bizim buralarda kış ayları çok soğuk geçer. Ben henüz
altı aylıkken, annem beni üşümeyeyim diye tandırın yanma koymuş. Ben de
tandırın içine düşmüşüm. Sol elim ve iki ayak parmağım yanmış.
Çok üzülmüştüm. İbrahim'in başını okşadım.
-Sen çok çalışkan birisin. Bugünkü çalışmandan dolayı seni kutlarım,
Kapıya doğru yöneldi, döndü:
-Öğretmenim, size çok teşekkür ederim, dedi.
-Niçin İbrahim? dedim.
-Çünkü öğretmenim, bana iş vermekle beni onurlandırdınız. Bana sakat olduğum için acımadınız. Bana fırsat verdiniz. Arkadaşlarımın yanında eksiğimi yüzüme vurmadınız. Benim de bir şeyler yapabileceğimi gösterdiniz.
Öğretmenim, bana acınmasını değil, fırsat verilmesini istiyorum, dedi.
İbrahim'in duygularını açıkça söylemesi beni çok sevindirdi. Öğretmen olmaktan büyük bir sevinç duymuştum.
- İbrahim, insan isterse her şeyi yapabilir, dedim.
Kısa zamanda İbrahim okulun başarılı, çalışkan ve gözde bir öğrencisi olmuştu.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle bir piyes ha zırladık. Oyunumuzun adı "Kurtuluşa Doğru" idi. İbrahim köyde yaşayan yaşlı bir insanı canlandırıyordu. Oyunu seyretmeleri için İlçe Kaymakamı, Millî Eğitim Müdürü ve ilçede bulunan diğer kamu görevlilerini de davet etmiştim. Bütün davetliler geldi. Oyunu başlattık. Büyük bir sessizlik ve dikkatle oyunu seyrediyorduk. İbrahim sahnede âdeta şov yapıyordu. Kollan açık, ayaklan açık. Sakatlığının ezikliğini atmış bir durumda rolünü başarıyla oynadı.
Oyun bittikten sonra kaymakamımız, İbrahim'i yanına çağırdı. Onu kutladı, öptü ve şöyle dedi:
- Biliyor musun İbrahim, bu vatan senin gibi evlâtlarımız sayesinde kurtuldu. Senin gibi çalışkan, başarılı evlâtlarımız, bu ülkeyi Atatürk'ün gösterdiği
hedeflere ulaştıracaklardır.
İşte o anki duygularımı anlatmam için hangi ifadeleri kullanacağımı biliyorum. Öğretmen olmamdan dolayı büyük bir mutluluk ve gurur duymuştum Bana bu gurur ve mutluluğu yaşattığı için İbrahim'e çok teşekkür ettim ve samı boyunca başarılı olmasını diledim
BAŞKALARI İLE İYİ İLİŞKİLER KURMAK
Sevgili çocuklar,
Peygamberimiz Hz. Muhammed'e bir gün birisi gelerek şöyle sormuştu:
- Ey Allah'ın elçisi, İslâm nedir?
- İslâm güzel ahlâktır, demişti Peygamberimiz.
O kimse tekrar sormuştu:
- Ey Allah'ın elçisi güzel ahlâk nedir?
Peygamberimiz şöyle açıklamıştı:
- Sana darılan, seninle ilişkiyi kesen kimse ile barışmandır, sana vermeyene vermendir, sana eziyet edeni hoş görüp bağışlamandır.
İslâm dini, insanları birbirine yaklaştırıp sevdirmeyi amaç edinmiş bir dindir. Kur'anıkerim'in bütününde bu amaç vardır. Peygamberimizin sözleri ve davranışlarıyla yaşamı, bu amacı gerçekleştiren örneklerle doludur. Hatta ilk bakışta sadece ahiretle ilgili gibi görünen namaz, oruç ve benzeri ibadetlerde de aynı amaç vardır. Namaz kılan kişiler, Allah'a yönelirler. Onunla ilişki kurar, ona dua ederler. Ve bilirler ki namaz kılan bütün inananlar da kendileri gibi yüzleri Kâbe'ye dönük olarak Allah'a ibadet etmektedirler.
Kuranıkerim, Allah ile kul arasında ve bütün inananlar arasında bir bağdır. Onu okudukça, hele anlayarak, anlamı ile birlikte okudukça bu bağ daha güçlenir.
Peygamberimiz bize şöyle öğretmiştir:
"Allah'a inanmadıkça mutluluğa eremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçekten inanmış olmazsınız."
Sevgili çocuklar, bazı insanlar, "Ben bütün insanları seviyorum. Kalbimde kimseye karşı hiçbir soğukluk ve kin yoktur." derler. Böyle söylemek kolaydır. Fakat bu duyguları davranışlarımızda göstermek kolay değildir. Bütün insanları sevdiğini göstermenin başlıca yolu, herkes hakkında iyi duygu ve düşünceler beslemek, güzel davranışlarda bulunmaktır.
Toplumda iyiler olduğu gibi kötü davranışlarda bulunanlar da olabilir. Fakat ne olursa olsun insanlardan uzak durmamalıyız. Sınıfımız, evimiz, mahallemiz, köyümüzle bir bütün olduğumuzu unutmamalıyız. İyiler, güzeller, kuvvetliler ve sağlıklılar kadar kötüler, zayıflar, özürlüler de bizim insanımızdır. Onlara daha iyi olmaları için yardım etmeliyiz. Kur'an-ı Kerim'de bizlere şöyle öğüt verilmiştir:
"İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü, en büyük iyilik hangisi ise onunla gider. Böyle yaparsan, aranızda düşmanlık bulunan kimse âdeta yakın dostun olur."
"Yaptığın iyiliği yeterli bulma! Allah yolunda güçlüklere göğüs ger, katlan!"
Bizler de bu öğütlere uymalıyız. İnsanlara karşı her zaman saygı göstermeli, tüm insanları sevmeliyiz.
ÇARE
"Doğru olun!'' der Rabbin,
Yalanı bilmesin dilin,
Her işinde dürüst ol!
Bunlardır özü dinin.

Çalış, üret ve kazan,
Olsun millete faydan,
Tembellik ve miskinlik,
Bil ki büyük çirkinlik.

İnsanlara yardım et,
Budur en güzel hayır,
Fakir yetim yaşlıya,
Yardıma vakit ayır.

Yap elinden geleni,
Sonra Allah'a güven.
Sabret, çalış ve diren,
Budur senin tek çaren
CENNETTEN SATIN ALINAN BAHÇE
Kalp gözü açık bir insandı. Şam'da oturuyordu. Bir ara şehirde büyük bir kıtlık çıkmıştı. Halkın büyük bir kısmı bu krizden etkilenerek bahçelerini ve arazilerini ucuz fiyata satmış, başka yerlere göç etmişlerdi.
Hanımı, bu fırsatı değerlendirmek istiyordu. Boynundaki çok değerli gerdanlığını vererek, kocasından bir bahçe satın almasını istedi.
Kalp gözü açık zat, gerdanlığı sattı. Aldığı parayla ise bahçe satın almayıp onu krizden çok etkilenen fakirlere sadaka olarak dağıttı.
Eve dönünce, hanımı, ona "bahçeyi satın alıp almadığını" sordu. Hanımına şu cevabı verdi:
- Evet, gerdanlığı sattım. Onunla Şam'da güzel bir bahçe satın alacaktım. Ama baktım ki, insanlar çok zor durumdalar. Kıtlık sebebiyle, muhtaçların sayısı bir hayli fazla.
Bunun üzerine, Şam'da bahçe satın almaktan vazgeçip cennette bir bahçe satın almayı düşündüm. Ve gerdanlığın parasını fakir halka sadaka olarak dağıttım. Gerçi Şam'da bir bahçe satın alamadım ama, inşallah cennetten bir bahçe satın almışımdır.
Hanımı, beyinin bu açıklamasını büyük bir memnunlukla karşıladı
DEDE'NİN ÖĞÜTLERİ
Kaya, arkadaşları ile futbol oynuyordu.Yenildiğini görünce huzursuzluk çıkardı.İleri geri konuşmaya, gürültü ve yaygara yapmaya başladı.Derken iş küfre kadar gitti. Artık oyunun tadı tuzu kalmamıştı. Her iki taraf da nezaket kurallarının dışına çıkmışlar, birbirlerine kötü sözler söylemeye başlamışlardı. Neredeyse dövüşeceklerdi.Seyircilerden yaşlı ve sakallı bir adam, onlara yaklaştı ve söze şöyle başladı:
- Evlâtlar, ne yapıyorsunuz? Böyle şey mi olur?Kardeş kardeşe bu ettiğiniz nedir?Allah size dil, göz, kulak verdiyse birbirinizin ayıplarını araştırın, birbirinize küfredin diye mi verdi? Vücudumuzu, elbisemizi en küçük bir kirden nasıl sakınırsak, kalbimiz ve dilimizin temiz kalmasına da öyle çalışacağız. Vücuda göre kir ne ise, dile göre de kaba ve kötü sözler öyledir ve belki daha çirkindir. Kötü huylar kalbi, kaba ve çirkin sözler de dili kirletir, oğul! Vücudumuza ve elbisemize bulaşan pislik su ile temizlenir. Fakat ağızdan çıkan kötü bir söz, öyle lekeler bırakır ki, onları çok kere hiçbir şey temizlemez.

DİN GÜZEL AHLAKTIR
Din güzel ahlaktır;
Bil ki sana güven verir
Din güzel ahlaktır;
Bütün güzellikleri öğretir.

Güvenilir olmayı
Dürüst yaşamayı
Doğrudan şaşmamayı
Bil ki sana o öğretir

Öfkeni yenmeyi
Doğruyu bilmeyi
Hatalardan dönmeyi
Bil ki sana o öğretir
 DININ UZERE OL...
Çok plan yapma bilemezsin geleceğini
Azrailin Cani ne zaman alacağını
Son nefeste İman üzere kalacağını
Plan istersen,dinin üzere ol.
Zenginlere bakıp ta sakin gıpta etme
Herşeyi bırakıp paranın peşinden gitme
Dünya menfaati için gıybet etme
Zenginlik istersen,dinin üzere ol.
Huzurlu olmak için madde yetmez
Paranın borusu ahirette ötmez
Müslüman'ın çilesi ölmeyince bitmez
Huzur istersen,dinin üzere ol.
Umut başkadır,Milli piyangoda olamaz
Zavallı İnsan kazı kazanda da bulamaz
Spor toto,at yarışı böyle şey olmaz
Umut istersen,dinin üzere ol.
Miskin miskin hala mucizemi beklersin
Her gün günahına günahlar eklersin
Senden olmayan insanları desteklersin
Mucize istersen,dinin üzere ol.
Sultanlara bile kalmadı Dünya
Zaten su an ahir zaman ya
Dünya hayati bilinen bir imtihan ya
Sultanlık istersen,dinin üzere ol.
Çoluk çocuk,is güç hepsi bomboştur
Şeytanın hilelerine uymakta hoştur
Su Milletin yarısından çoğu sarhoştur
Is istersen,dinin üzere ol.
Direnme artık sebat batılda olmaz
Herkesin yaptığı yanına kalmaz
Ancak akılsızlar ibret almaz
Sebat istersen,dinin üzere ol.
İnsanlar arasında pohpohlanmayı şeref sayarsın
Çoğu zaman batıl olan risaleyi yayarsın
Dikkat et adımına yoksa bir gün kayarsın
Şeref istersen,dinin üzere ol.
Mal,mülk,ev dükkan hepsi yalan
Senin mi sanki dedenden kalan
Ne götürmüş şimdiye kadar ölen
Saraylar istersen,dinin üzere ol.
Gazaba gelince yırtıcı hayvanlar gibi olma
Allah'ın dostlarını düşman olarak bilme
Müslüman kardeşinin ayıbına gülme
Adab istersen,dinin üzere ol.
Aklini başına al,bırak artık sağı solu
Zaten denedin her olmaz yolu
Elini verince kaptırdın kolu
Doğru yol istersen,dinin üzere ol.
Rabbinden ne istersen iste verecektir
Muhakkak ki her yapılanı görecektir
Kendine kul olanı elbet sevecektir
Kulluk istersen,dinin üzere ol.
Güvendiğin dağlara karlar yağarsa
Hanimin suçlarını bir bir sayarsa
Dostların verdiği sözden cayarsa
Teselli istersen,dinin üzere ol.
Ahlaksızlarla sakin bir olup yarışma
Allah'ın düşmanlarına kin tut barışma
sen ancak Hakkin isine karışma
Ahlak istersen,dinin üzere ol.
İmandır İnsana verilen en büyük nimet
Sen de sahip çık bil ki ganimet
Etme verdiğin söze hıyanet
İnanç istersen,dinin üzere ol.
Din incedir ve de ister fikir
Eğer mümkünse yapılmalı her gün zikir
Toprağa girip,gelmeden Münkir ve Nekir
Kurtuluş istersen,dinin üzere ol.


Sorumluluk almayı
Verilen sözde durmayı,
İhanet etmemeyi
Bil ki sana o öğretir
DOĞRU YOL
Her yerde her zamanda,
Doğru söyle, doğru ol!
Yalandan uzaklaşıp,
Doğru söyle, doğru ol!
Doğru söz ruha dolar,
Doğruyla toplum güler,
İnsan, yalanla solar,
Doğru söyle, doğru ol!
Sözümüz doğru olsun,
Özümüz doğru olsun,
Yalan bizden kovulsun,
Doğru söyle, doğru ol!
Doğruyu sever Allah,
Yalan söylemek günah,
Demeden bir gün eyvah,
Doğru söyle, doğru ol!

DOĞRULUK
Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri'ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri'nin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:
- Hasan Basri'yi gördün mü? diye sordular.
O gayet sakin:
- Evet, dedi.
- Nerede?
- İşte şu kulübemde...
Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri'ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:
- Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? dediler.
- Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne?
Tekrar girdiler, aradılar, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:
- Ey Habib! Biliyorum ki Rabbim senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? dedi.
Hazreti Habib mahcup bir şekilde:
- Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, Doğruların yardımcısı Allah'tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi.
HASTA ZİYARETİ
Zavallı arkadaşımız Okan çok hasta. Okan'ın babası inşaatlarda çalışan bir duvar ustası. Yoksul bir ailesi var. Serkan, Orkun ve ben hasta olduğunu duyar duymaz onu ziyarete gittik. Ahmet de gelecekti ama öğretmenimiz ona bir ödev vermişti. Onu yetiştirmesi gerekiyordu.
Okuldan çıktığımızda saat dörttü. Hemen yola koyulduk. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Orkun yarı yolda durdu. Aklına bir şey gelmişti.
- Hastaya eli boş gidilmez. Ne götüreceğiz?
Hepimiz ceplerimize baktık. Paralarımızı birleştirirsek üç tane portakal alabiliyorduk. Portakalları aldık ve Okan'ın oturduğu çatı katına çıktık. Zili çaldık. Kapıyı babası açtı. İri yarı olan adamcağız üzüntüden çökmüş gibiydi. "Kimsiniz?" diye sordu. Orkun:
- Biz Okan'ın arkadaşlarıyız. Onu ziyarete geldik, ona portakal getirdik, dedi.
Basık tavanlı bir odaya girdik. Okan karyolada yatıyordu. Zayıflamıştı, yüzü bembeyazdı. Zor nefes alıyordu. Oysa o son derece iyi kalpli, neşeli ve cesur bir çocuktu.
Orkun portakalları masanın üzerine koydu. Okan'a eğilerek "Ben Orkun'um, beni tanıdın mı?" dedi. Okan belli belirsiz gülümsedi. Elini yorganın altından çıkararak Orkun'a uzattı. Orkun onun elini avucuna aldı ve yanağına dayadı.
- Gayret et Okan, dedi. Biraz daha gayret et. Göreceksin, çabucak iyileşeceksin. Okula geleceksin ve öğretmen seni benim yanıma oturtacak.
Okan yanıt veremedi ama çok sevindiği belliydi. Annesi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı:
-Ah zavallı çocuğum benim, zavallı yavrum! İyi kalpli, çalışkan oğlum! Sensiz biz ne yaparız? diyordu. Babası da kendisini güç tutuyordu.
Bize dönerek:
- Haydi, çocuklar siz gidin. Geldiğiniz için teşekkür ederiz. Evinize dönün.
Okan gözlerini kapatmıştı. Orkun:
- Bir şeye gereksinimiz var mı efendim? diye sordu.
Okan'ın babası:
- Hayır, çocuğum, teşekkür ederim, geç oldu. Evinize dönün büyükleriniz merak eder, dedi.
Bizi merdivenlere kadar geçirdi. Sonra kapıyı kapattı. Merdivenlerin yarısına kadar gelmiştik ki Okan'ın babasının yukardan bize seslendiğini duyduk.
- Orkun! Orkun!
Üçümüz koşarak yukarı çıktık. Adamcağızın yüzü değişmişti:
- Senin adını söyledi, seni çağırdı, dedi. İki gündür tek söz söylemiyordu. Seni istiyor, çabuk gel. Ulu Tanrı'm umarım iyileşme belirtisidir.
Orkun bize:
- Hoşçakalın çocuklar, dedi. Ben kalıyorum. Siz gidin.
Böyle diyerek Okan'ın babası ile birlikte içeri girdi.
Serkan'ın gözleri yaşlarla dolmuştu.
- Orkun için mi ağlıyorsun? Göreceksin bak, iyileşecek, dedim.
Serkan:
- Elbette iyileşecek. Ben onu düşünmüyorum. Aklım Orkun'daydı. Ne iyi kalpli ne güzel davranışları olan bir arkadaşımız, dedi.

İYİLİĞİN KARŞILIĞI
Çölün ortasında üç genç, yorgun argın ilerliyormuş. Bu gençler, Peygamberimizin torunları Hasan, Hüseyin ve amcalarının oğlu Abdullah'mış. Mekke'den Medine'ye dönerken, çöl ortasında yiyecek ve içecekleri tükenmiş. Çok acıkan gençler, biraz ilerde, çölün bittiği yerde bir çadır farketmişler. Çadırdan bir kadın çıkmış. Ona selam vererek "İçecek bir şeyiniz var mı?" diye sormuşlar. Kadıncağız, misafirlerinin Peygamberimizin torunu olduklarını bilmediği halde, bir tek keçisinin önce sütünü sonra etini Allah rızası için onlara ikram etmiş. Gençler bu iyiliksever kadını kırmayıp birlikte yemek yemişler. Sonra da "Teyzeciğim, bizler Medine'de oturuyoruz. Yolunuz düşerse bize mutlaka uğrayın" diyerek vedalaşmışlar.
Onlar gittikten sonra kadının eşi gelmiş. Keçiyi ortalıkta göremeyince şaşırmış. Olanları öğrenince de "Biliyorsun, o keçiden başka bir şeyimiz yoktu. Şimdi ne yapacağız?" diyerek sinirlenmiş. Fakat hanımı "Allah sıkıntıya düşen kullarına yardım eder" diyerek onu ikna etmiş.
Aradan uzun zaman geçmiş. Bu kadınla eşinin yolu bir gün Medine'ye düşmüş. Şehrin pazarına doğru ilerlerken önlerine bir genç çıkmış. Bu genç Hz. Hasan'mış. Hz. Hasan hemen atılarak şöyle demiş:
- Kısa bir zaman önce çadırınıza üç kişi gelmişti hatırladınız mı? Onlara süt ve keçi eti ikram etmiştiniz.
Kadının yüzü sevinçle aydınlanmış. Hz. Hasan onları evine götürmüş. Çok tatlı sözler söylemiş. İkramda bulunmuş. Bir kese altın ve yüz koyun hediye etmiş. Sonra da onları kardeşi Hüseyin'e göndermiş.
Hz. Hüseyin de onları aynı ağabeyi gibi güleryüzle karşılamış. O da çeşitli hediyeler vererek onları amca oğlu Abdullah'a göndermiş. Abdullah, onlara diğer iki gencin Peygamberimizin torunları olduklarını söylemiş. Kadınla eşi ne diyeceklerini şaşırmışlar. Kavuştukları bu nimet için Allah'a şükretmişler. Büyük bir servetle evlerine doğru yola koyulmuşlar.
Bu hikâye Sevgili Peygamberimizin şu hadîs-i şerîfine ne kadar uygun değil mi sevgili çocuklar?
"Kim, bir müslümanın ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir."

İYİLİK VE GÜZEL HUYLU OLMADA YARIŞMAK
Toplu hayatın gereği insanlar, birbirleriyle ilişki kurmak zorundadırlar. Bu ilişki, karşılıklı saygı ve dürüstlük anlayışı içerisinde olursa, toplumun yaşayışı düzenli, sağlıklı ve uyumlu biçimde uzun ömürlü dostluklar oluşturarak sürer gider. Yüce Allah, Kutsal Kitabımız Kur'an'ın bir çok ayetlerinde, insanların birbirlerine karşı iyi ve dürüst davranmalarını ve kardeşlik duyguları içerisinde yardımlaşmalarını buyurmaktadır. Sevgili Peygamberimiz de bir çok kutsal hadislerinde, iyi ve yararlı işler yapmamızı, hayır işinde yarışmamızı öğütlemektedir. Sevgili çocuklar! İnsanlara yararlı olma çabası içinde olmak, güzle huylu olmanın en başta gelen belirtisidir. Böylesine güzel bir duyguyu besleyen insan, sevgi ve saygı gibi manevî kavramları ruhuna sindirmiş demektir. Bu soylu duygular, alçak gönüllülük, hoşgörü, özveri, şefkat, acıma gibi güzel duyguları da beraberinde getirir. Bu hasletleri benliklerine sindirmiş olan insanlar, iyilik yapma yarışında hep ön sırayı alırlar. Onların bu davranışlarında hiçbir maddesel çıkar düşüncesinin yeri yoktur; onlar, sevdiklerini Allah'ın hoşnutluğunu almak için severler, yaptıkları iyiliklerde de her zaman yine Yüce Yaratan'ın beğenisini gözetirler. Söylenen güzel bir sözün, tatlı bir gülümseyişin insanlara verdiği hazzı, çok kez hiçbir maddesel çıkar sağlayamaz. Bunun için herkesle hoş geçinir, tatlı dilli ve güler yüzlü olmağa çalışarak, güzel huyluluğumuzla, birbirimizle iyilik yapmada yarışalım sevgili çocuklar!
KAYA'NIN ÖYKÜSÜ
Kaya, İzmir'de yaşıyordu. Son derece temiz bir çocuktu. Odası her zaman temiz ve düzenliydi. Okulunda da aynı şekilde davranır, arkadaşlarını bu konuda uyarırdı. Doğayı çok seviyordu. Evleriyle okulu arasındaki sokağın kenarlarındaki otlar, ağaçlar sanki onu tanıyorlardı. Her gün yaprakları toz içindeki bir ota eğiliyor, üflüyor, mendiliyle temizliyordu tozları. Bitki sanki gülüyordu ona, öpüyordu onu. Hele çiçekli bitkilerde bunu daha iyi hissediyordu. Tozdan kurtulmuş çiçekler sanki kendisine teşekkür ediyorlardı.
Ders dışı saatlerde parka gidiyor; çiçeklerle, otlarla tek tek İlgileniyor, onlarla konuşuyordu sanki. Başka çocuklar onlara zarar verecekler diye çok korkuyordu. Bu nedenle birkaç çocuğu uyarmak zorunda kalmıştı. Hele bir keresinde çimenlerin üzerine yediği bisküvilerin ambalajını atan çocukla çok fena tartışmışlardı. Neyse ki oradan geçen yaşlı bir adam onları görmüştü. Durumu anlayınca bu düşüncesiz çocuğa:
- Bu park hepimizin. Senin burayı kirletmenle bizlerin evlerini kirletmen arasında bir fark yok ki çocuğum. Kendi evini nasıl temiz tutuyorsan burayı da temiz tutmalısın. Yerlere çöp atmamalısın. Arkadaşın seni uyarmakta çok haklı. Lütfen şimdi ondan özür dile ve bir daha da bu hatayı tekrarlama, demişti.
Çocuk yaptığı hatayı anlamış ve Kaya'dan özür dilemişti. Kaya da eve dönerek olayı babasına anlatmıştı. Babası, ona çok doğru davrandığını, kendisiyle gurur duyduğunu söylemişti.
Kaya, geceleri düşlerinde hep parkları, ormanları görüyordu. Ertesi sabah, uykuya doymuş, dinlenmiş olarak açıyordu gözlerini. Sanki temiz bir parkta, yeşil bir ormanda oturmuş, kuş cıvıltıları arasında uyumuş gibi gözlerini açar açmaz gülümsüyordu. Şarkı söylemeye başlıyordu. Onun bu mutlu hâli annesiyle babasını çok sevindiriyor, mutlu ediyordu.
Bazı sabahlar Kaya "Bak anneciğim, düşümde ne gördüm biliyor musun?" diyordu. Yüzünde bir gülümsemeyle anlatıyordu:
- Tozlu bir sokakta yürüyordum. Sokağın iki yanındaki süs bitkileri, çiçekler hep toz toprak içindeydi. Yerler çöp doluydu. Her yer çok bakımsızdı. Bütün bu pislikten oluşan mikroplar insanların sağlığını tehdit ediyordu. Bitkiler ölüyordu. Bunları yapanlara çok kızıyordum. Bu sokak onların evleri değildi ki. Bana ve bütün insanlara aitti. Neden böyle düşünemiyorlardı? Neden başka insanlara karşı saygı göstermiyorlardı? Sonra birden çok güzel bir parkta buldum kendimi anneciğim. Şaşırıp kaldım. Ay ne güzel parktı bu böyle? Sular fışkırıyordu havuzlardan. Ağaçların dalları hafif hafif sallanıyordu. Pembe, kırmızı, sarı, mor, mavi, turuncu ve beyaz çiçekler gülümseyerek bana bakıyorlardı. Bir de müzik vardı anneciğim. Yerler tertemizdi. Tıpkı resim gibiydi. Sular fışkırıyordu havuzlardan. Kuşlar uçuyordu ağaçlarda. Parktaki herkes sağlıklı ve mutluydu. Herkes gülüyordu. Bütün dünya böyle olsun istiyorum anneciğim. Annesi oğlunun saçlarını okşadı. Ona gülümseyerek baktı ve şöyle dedi:
- Bu zannettiğin kadar zor değil oğlum. Herkes senin gibi düşündüğü zaman dünya böyle olur. İnsanlar önce doğayı; çiçekleri, hayvanları, ormanları sevmelidirler. Bunların hepsi Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerdir çünkü. Doğayı seven, insanları da sever. İnsanları seven bir kişi de onların sağlıklı ve mutlu yaşamalarını ister. Haklarına saygı gösterir. Çevresinin temiz ve bakımlı olması için çaba harcar. Böylece bütün dünya senin dediğin gibi olur.

MİSAFİR ODASI
Yağmurlu bir gündü. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru evimizin penceresinden seyrediyordum. Bu yağmur sayesinde ekili arazilerimiz bereketlenecek ve bizim için yaşamsal önem taşıyan barajlarımız su ile dolacaktı.
Annem yemek için hazırlıklara başladı. Yağmurun yağışını pencereden izlemeye devam ettim. Hava kararmış, sokak lâmbaları yanmıştı. Ortalıkta kimseler kalmamıştı. Sokakta bir sessizlik vardı. Boş sokağa ve yağan yağmura bakarken bir de ne göreyim! Sokağın karşısında, lâmbanın dibinde biri, yağmurun altında oturuyordu. Hemen babama bu durumu bildirdim. Babam da gelip pencereden baktı ve gidip bakacağını söyledi. Evden çıkarken annem:
-Hayırdır bey! Bu yağmurda nereye çıkıyorsun, dedi.
-Merak etme hanım. Sokakta biri var. Yağmur altında ıslanıyor, bir
bakacağım.
Annem:
- Aman bey, bırak gitme! Hırsız, sarhoş olabilir. Başın derde girer, dediyse de babam dinlemedi ve adamın yanına gitti. Ben ve annem pencereden onları izledik. Bir süre birbirleri ile konuştular. Daha sonra babam adamın koluna girdi ve eve getirdi. Kapıyı annem açtı ve hoş geldiniz, dedi. Zavallı adam yağmurda iliklerine kadar ıslanmıştı. Tir tir titriyordu. Babam kendi giysilerinden getirdi ve ıslak giysilerini çıkarmasını söyledi. Biraz çekingen tavırlarla da olsa elbiselerini değiştirdi. Sobanın yanında biraz ısındıktan sonra annemin hazırlamış olduğu akşam yemeğini hep birlikte yedik. İsminin Adil olduğunu söyleyen bu kişi yemekten sonra çayını içti ve başına gelenleri şöyle anlattı:
Kasabadan kente, eşimin rahatsızlığı nedeni ile geldim.
Eşimde böbrek yetmezliği var. Belirli aralıklarla diyaliz makinesine giriyor. Ayrıca kesin iyileşmesi için böbrek nakline ihtiyacımız var, buna da gücümüz yetmiyor. Hastaneden eşim için ilâç almaya giderken cüzdanımı düşürdüm. Bütün paramı yitirdim. İlâçları alamadığımı, cüzdanımı kaybettiğimi, hastaneye giderek doktorlara söyledim. Doktorlar da bana, "Sen merak etme biz çaresine bakarız. Cüzdanını kaybettiğini karakola bildir." diyerek yardımcı oldular. Karakola gittim. Cüzdanımı kaybettiğimi bildirip eşimin tedavi gördüğü hastanenin adresini verdim. Daha sonra sokaklarda bir süre cüzdanımı kendim aradım, ama bulamadım. O sırada yağmur başladı ve hava karardı. Sonra siz bu sıkıntılı zamanımda beni misafir ettiniz. Bunları anlatan Adil Amcanın gözleri yaşla dolmuştu. Bu duruma oldukça üzüldük.
Misafirimiz izin alıp gitmek İstediyse de babam izin vermedi; ona misafir odasını hazırlattı.
Sabah kahvaltıdan sonra babam Adi! Amcayı arabası ile hastaneye bırakmış. Bir miktar parayı kendisine vermek istemiş. Almak istemeyince;
-Borç veriyorum. Eline geçince ödersin, demiş ve işine gitmiş.
Aradan üç gün geçmişti ki kapımız çalındı. Kapıyı koşup ben açtım. Annem ve babam da arkamdan geldiler. Kapıdakiler kim olsa dersiniz? Birkaç gün önce misafir ettiğimiz Adil amca ve bir bayan. Hemen içeri buyur ettik. Adil amca yanındaki bayanın, hasta olan eşi olduğunu söyledi. Ayrıca cüzdanının da bulunduğu müjdesini verdi. Biz de bu duruma çok sevindik.
Adil amca; teşekkür etmek için uğradıklarını ve kendisini misafir ettikleri için minnettar olduğunu belirtti. Eşi de oldukça sevecen biriydi. O da bizlere, yaptığımız iyilik için teşekkür etti. Hastalık durumunu sorduğumuzda ise daha iyi olduğunu söyledi.
Adil amca bizlere; "Allah sizden razı olsun. Ne muradınız varsa versin. Allah sizi ve çocuğunuzu hastalıklardan, kötülüklerden uzak kılsın. Evinize huzur, bereket dolsun." diye dualar etti ve memleketine gitmek üzere evimizden ayrıldı. Biz de kendilerine el sallayarak; "Yine bekleriz, güle güle, Allah iyilik versin, hayırlı yolculuklar." diyerek uğurladık

MİSAFİR SEVMEMENİN CEZASI
Muhammed Harir adında bilgin ve yardımsever bir adam varmış.Günlerden bir gün yolda hızlı hızlı yürürken gözüne tanımadığı biri ilişti.Kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini sordu.
Adam cevap verdi:
-Ben de senin gibi bir Allah'ın kuluyum.Uzaktan geldiğim için yorgunum, hem de açım.
-Gel öyleyse, birlikte Halifenin evine gidelim, akşam yemeğine davetliyim, beraber yer, içeriz.
Yabancı adam:
-Öyle Halife sofrası benim neyime, dedi, şimdi Halifeden çok çok büyük birini düşünmekle meşgulüm.Bir tas çorban varsa ver, yoksa beni rahat bırak.
Muhammed Harir fazla üstelemeden Halifenin davetine gitti. Yemek ve sohbetten sonra kendi evine dönerken yabancıya tekrar rastladı. Kumların üstüne kıvrılıp yatmıştı. Uyandırmak istemedi. Sabah namazıyla birlikte gelir, misafiri evime götürür, karnını doyururum, diye düşündü. Eve gidip uyudu. Bir rüya gördü.
Rüyasında bir çölde bulunuyordu. Karşısında yüzlerinden ışıklar dökülen koskoca bir ordu vardı. İçlerinden biri öne çıkıp dedi ki:
-Bu gördüğün ordu 124 bin Peygamberden meydana gelmiştir. En önlerindeki de son Peygamber Hz. Muhammed Aleyhisselam' dır.
Muhammed Harir son derece heyecanlanmıştı.Peygamberimizin ellerini öpmek için atıldı. Ama O, ellerini geri çekmişti.
Muhammed Harir:
-Ya Resulullah, dedi. Anam babam sana feda olsun.Bilirim ki kusurum çokçadır.Ve lakin elini öpmeye mani olan büyük kusurum nedir?Lütfen söyleyiniz, diye sordu.
Peygamberimiz:
-Sevdiklerimize bir tas çorba bile ikram etmeyenlere elimizi öptürmeyiz. Dostumuz olan misafiri bırakıp, Halifenin davetine koştun. Kendin yedin içtin, ama o sevgili ümmetim aç yattı. Senin için bu büyük bir kusurdur.
Yatağından korkuyla sıçradı. Hanımına, eve mübarek bir misafir getireceğini söyleyip yla koyuldu.
Hızla yürüyerek misafiri bıraktığı yere gitti. Ne görsün? O çoktan namazını kılmış, duasını yap mış, almış eline heybesini, yola çıkmış.
Arkasından seslendi:
-Dur, ey Allah'ın sevgili kulu!Bir tas çorbamı içmeden nereye gidiyorsun?
Misafir hiç aldırmadan yola devam etti. Muhammed Harir çok üzüntülü idi. Arkasına takıldı. Biraz sonra yetişti:
-Ne olur dur, lütfen sıcak bir çorba iç, öyle git.
Adam, Muhammed Harir!in haline acıdı:
-Ey Muhammed Harir, diye konuştu, evinde bir çorba içmek illa 124 bin Peygamberi harekete geçirmek için mi lazım?
Ya böyle kudreti olmayan misafirler ne olacak_
Ve yürüdü gitti.
Ama ondan sonra Muhammed Harir, nerede bir yabancı gözüne iliştiyse, misafir olması için yalvardı.



PEYGAMBERLERLE ARKADAŞ
Süleyman Aleyhisselam Allah Teala' ya niyazda bulundu:
- Ey Rabbim, fakirlerin salih olanlarını çok seviyorsun. Ahirette bunlara ne mükafat vereceksin merak ediyorum. Allahu Teala buyurdu ki:
- Ey Süleyman! Fakir ve salih olan kullanma neler ikram edeceğimiben biliirm. Onların bazılarını cennette peygamberlerle arkadaş edeceğim. Her fakir bir peygamberle aynı tahtta oturacaktır. Onunla beraber yiyip içecektir. Bunun üzerine hazreti Süleyman sordu:
- Yarabbi, cennette brnim arkadaşım olacak fakiri bana bildir. Allahu Teala buyurdu ki:
- Ey süleyman! Eğer cennet arkadaşını öğrenmek istersen,ikindi vakti şehrin kuzey tarafına çık,orada rastlayacağın kimse cennetteki arkadaşın olacaktır. Hazreti Süleyman, kikndi vakti o tarafa gitti. Orada ihtiyar bir fakir gördü. Sırtında odun yükü vardı. Üzerinde de eski bir elbise vardı. Dinlenmek maksadıyla biraz durdu. Hazreti Süleyman ihtiyarın yayına selam verdi. İhtiyar:
- Ey ihtiyar, sırtındaki bu odun nedir?
- Ben fakir bir kimseyim. Her gün dağa gider, sırtımda odun getirip satar, onunla çocuklarımın nafakasını temin ederim.
- Ey ihtiyar, bu şekilde çalışmakla çok yoruluyorsun. Gel bundan sonra da odun satmaktan vazgeç. Benim yanıma gel, sarayımda benimle beraber yiyip içersin. Seninle aynı tahtta oturalım, sen de benimle beraber sultan ol! Bu ihtiyar yaşında zahmet ve sıkıntıdan kurtul!
- Ey Süleyman! Bu geçici dünyada ben, saltanata talip olmak istemem. Ben halimden memnunum. Allahu Teala sana saltanat vermiş, bana da fakirlik ihsan buyurmuş. Sultanlığın sana mübarek olsun, bana fakirlik yeter. Saltanat herkesin yapabileceği bir iş değildir.
- Madem ki saltanıtımı paylaşmak istemiyorsun,sana maaş bağlayayım. Bu yaştan sonra, sen ve çoluk çocuğun rahat etsin!
- Ey Süleyman, benim fakirlikten dolayı bir şikayetim yoktur. Ben halimden memnunum, bunun şükrünü yapmaya çalışıyorum. Sen sultanlığına devam et, ben de fakirliğme devam edeyim. Ben bu halimle daha rahatım,huzurluyum. Beni dünya işlerine karıştırıp da huzurumdan etme! İhtiyarın bu cevabı üzerine Hz.Süleyman buyurdu ki:
- Ey Aziz, burada teklifimi kabul etmedin, fakat ahirette, cennette arkadaşım olcaksın, benimle beraber bulunacaksın! Bunu bana Allahu Teala haber verdi.
Haline şükredip, o haliyle Allahu Teala'nın emirlerini yerine getirmeye çalışan, ona isyan etmeyen nice fakirler, ahirette büyük nimetlere kavuşacaklardır. Ahirette, peygamberlerle, şehitlerle beraber olacaklardır.
Bunun için böyle salih fakirleri hor görmemeli, onların kalbini kırmamalıdır. Kimin ne olduğu bilinmez. Beğenilmeyen, hor görülen kimse, Allahu Teala'nın sevgili kulu olabilir. Fakirlik büyük nimettir.

Sağırın Hasta Ziyareti
"Bir gün anlayışlı yol, yordam, hal hatır bilen bir zat bir sağıra:
''Komşun hasta''diye haber verdi.
Bunun üzerine sağır düşündü ve kendi kendine:
''Bu sağır kulaklarla komşumun sözünü anlamam mümkün değil, fakat yinede gitmek lazım gitmezsem olmaz.'' diye düşündü. Sonra kendi kendine şöyle dedi:
''Hastayı ziyarete giderim ona:''Ey benim sevgili dostum nasılsın?'' derim o zaman elbette ki'' iyiyim yahut da hoşum şükürler olsun''diye cevap verecek. Ondan sonra:
''Ne çorbası yedin?'' diye sorarım. O da:
''Mercimek çorbası.'' diye cevap verecek o zaman bende:
''Afiyet olsun, dedikten sonra hekimlerden kim geliyor, seni kim tedavi ediyor?'' diye sorarım.O:
'Filan hekim.'' deyince:
''o hekimin ayağı çok uğurludur,o çok usta bir tabiptir o geldimi işin yolunda demektir.Bizde onu denedik neye elini sürerse,kimi tedavi ederse onun işi tamam demektir.'' derim.
Sağır kafasında soruları ve cevapları kurarak komşusunu ziyarete gitti: Selam verdi:
''Nasılsın komşum?' diye sordu.
Komşusu inleyerek:
''Ölüyorum dedi.''
Sağır daha önce düşündüğü ve tasarladığı gibi:
''Çok şükür.'' deyince buna hastanın canı sıkıldı.
''Bu ne biçim komşu, galiba benim kötülüğümü düşünüyor.'' diye düşündü.Tam bu sırada:
Sağır devam etti:
''Ne yedin?'' diye sordu.
Hasta kızgınlıkla:
''Zehir!'' dedi.
Sağır sükûnetle:
''Afiyet olsun.'' dedi. Bunun üzerine hasta iyice sinirlendi, fakat sesini çıkarmadı, sağır devam etti.
''Tedavi için hekimlerden kim geliyor?''dedi.
Artık dayanamayan hasta:
''Başımdan defolup git be adam, kim gelecek Azrail geliyor!'' diye bağırdı.
Bunu üzerine sağır:
''Ha o mu, onun ayağı çok uğurludur, artık üzüntüyü bırak sevin, neşelen ''.dedi.
Artık hastanın üzüntüsünün sınırı yoktu, adeta kahrolmuştu.
Sağır, komşuluk hakkını ödedim, hasta komşumun halini hatırını sordum diye sevinerek dışarı çıktı.
Hasta bu sırada:
''Bu adam benim düşmanımmış, kötülüğümü istiyormuş, bu güne kadar anlayamamışım.'' diye düşünüyordu.


Tevâzu ve Alçak Gönüllülük

Tevâzu, sözlükte alçak gönüllü davranmak, gururunu kırmak, "alâ" harfi ceriyle (... de, hakkında) anlaşmak, uyuşmak, hemfikir olmak anlamlarına gelir. İsmi fail kalıbında mütevâzi olmak, sıradan, önemsiz miktarda ve az anlamlarında kullanılmaktadır.
Ahlâkî bir davranış olarak tevâzu, alçak gönüllülük, kendisinden aşağıda olanlara küçük muamelesi yapmamak, onları hor ve hakir görmemek ve onlara büyüklük taslamamak demektir.
Mütevâzilikte aranacak en önemli özellik vakur olmaktır.  Vakar; ağırbaşlılıktır, mevki ve haysiyetini gereği gibi korumaktır.
Vakarın bulunmadığı mütevâzilikte zillet ve meskenet vardır. Mütevâziliğin bulunmadığı vakurlukta ise kibir ortaya çıkar. İslam, tevâzu ve vakar sahibi olunması hususunda birçok tavsiye ve öğütte bulunmaktadır.
Mütevazi olmak, çirkin ve kötü davranışlara tahammül göstermek, aşağılanmalara razı olmak, zalimlere gösterilen zillet ve meskenet değil, zayıflara gösterilen af, merhamet ve müsamahadır. Korkarak  boyun eğeceğimiz tek varlık Allah’tır: "Allah katında en değerliniz, en çok  Allah’tan korkanınızdır" (49/13). İnsanların ne birbirlerine karşı büyüklük taslaması, övünmesi, ne birbirlerini hor ve hakir görmesi ne de zillete ve meskenete razı olması doğru değildir. Kendisini överek ve böbürlenerek yaşayanları ne Allah sever, ne de kulları. Allah "Siz nefislerinizi övmeyiniz, kimin müttakî olduğunu Allah daha iyi bilir." (53/32) buyurarak  insanların mütevâzi olmasını istemektedir.
Allah, kullarından duruşlarında, yürüyüşlerinde ve hareketlerinde mülayim olmalarını; zorba, mağrur, kibirli, saygısız, kaba ve haşin olmamalarını, etrafa sıkıntı ve eza vermemelerini, saygı, güven ve huzur veren konumda olmalarını istemektedir."Rahman’ın kulları yeryüzünde vakarlı, ağırbaşlı yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman, onlara güzel söz söylerler" (25/63)"(Lokman oğluna şöyle vasiyette bulundu) İnsanları küçümseyip onlardan yüz çevirme; yeryüzünde kibirlenerek yürüme! Allah kendini beğenip, övünen hiç kimseyi sevmez. Yürüyüşünde tabii ol, konuşurken sesini kıs! Seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." (31/18-19). Kibirli olmak, bağırıp çağırarak konuşmak  insanı sevimsiz bir duruma düşürür.
Kur’an’da tevâzu gösterilmesi gereken insanların başında anne ve babaların geldiği şu veciz ifadelerle haber verilmektedir: "Rabbin kesin olarak şunları emretti: Sadece Allah’a ibadet edin, anne ve babaya iyilik yapın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara "öf" bile deme ve onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle. İkisine de acıyarak tevâzu kanatlarını  indir. Ve şöyle de: "Ey Rabbim! Onların beni küçükken terbiye edip yetiştirdikleri gibi, sen de kendilerine merhamet et" (17/23-24). İnsanın kibirlenmesinin ne denli cahilane bir tutum olduğu Kur’an’da şöyle tasvir edilmektedir: "Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; ne yeri delebilirsin, ne de boyca dağlara erişebilirsin." (17/37).
Tevazunun zıddı olan kibir ve kendini beğenmişlik Kur’an’da kesin bir dille yasaklanmaktadır: "Allah’a kullukta O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, yakınlara, öksüzlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanındaki arkadaşa, yolda kalana  ve elinizin altında olanlara iyi davranın. Doğrusu Allah kendini beğenip böbürlenenleri sevmez" (4/36).
Yardım sever olmadığı gibi, yardımı engelleyip, kazandıklarıyla ve hayat biçimleriyle böbürlenenler, Allah’ın sevmediği davranışları göstermiş olurlar. Zengin olmak insanı kibirlendirmemeli, varlığın kaybı ise ümitsizliğe sevk etmemelidir: "Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez." (57/23) Ne varlıkla öğünmeli, ne de yoklukla gama, kedere ve ümitsizliğe düşmelidir. Gönül, Allah’ın mağfiret ve hoşnutluğunu dileyerek mütevâzi tutulmalıdır.
İsrail oğullarının en zengini olan Karun, bu varlığın şükrünü yerine getirmediği, -varlığının bir kısmını Allah yolunda harcamadığı- için O’nun gazabını üzerine çekmiştir. O, zenginliğini kendi sayesinde elde ettiğini zannetmiş, Allah ise onun bu tutumuna şu cevabı vermiştir:  "Karun, Musa’nın kavminden biriydi, ama onlara karşı azdı. Biz ona anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıdığı hazineler vermiştik. Toplumu ona: "Böbürlenme! Allah böbürlenenleri sevmez. Allah’ın sana verdiği şeylerle ahiret yurdunu da gözet, dünyadan da payını  unutma, Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de insanlara iyilik yap. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama, çünkü Allah bozguncuları sevmez" demişlerdi." (28/76-77).

"Muhakkak Allah, bana sizin mütevâzi olmanız gerektiğini vahyetti. Her kim Allah için mütevazi olursa, Allah muhakkak onun derecesini yükseltir.Allah, alçak gönüllüleri yüceltir. Kendine karşı böbürleneni de  alçaltır." buyuran Rasulullah alçakgönüllü olmanın önemini çarpıcı bir dille ifade etmiştir. İnsanın Allah’a karşı tevâzusu; O’na ibadet etmesi  O’nun emirlerini gönül hoşnutluğu ile yerine getirmesidir. İnsanın insanlara karşı tevâzusu ise, büyüklük taslamadan, kendinden daha zayıf olanlara müsamahalı, şefkatli ve merhametli davranmasıdır.Her hususta olduğu gibi Rasûlullah, tevâzunun zirve örnekliğini bize göstermiş ve öğretmiştir. O, Allah’a karşı tam teslimiyet göstermiş, peygamber ve devlet başkanı olmasına rağmen insanlarla olan ilişkilerinde onlara büyüklük taslamamıştır.Bir yolculuk esnasında,  yemek için bir keçi kesilir, herkes bir iş yapmaya koyulur, Rasûlullah da ateş için odun toplamaya kalkar. Bunun üzerine arkadaşları bu işi de kendilerinin yapacaklarını söylediklerinde Allah Rasûlü; "Bunu gerçekten yapacağınızı biliyorum. Ancak ben cemaatte mümtaz bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Böyle insanları Allah da sevmez" buyurmuştur.
Hz. Ömer’in bir rivayetine göre Rasûlullah: "Beni övmede Hıristiyanların İsa’yı övdükleri gibi aşırı gitmeyin. Onlar İsa’yı Allah’ın oğlu durumuna yükseltmişti. Ben Allah’ın kuluyum; bu yüzden bana Allah’ın kulu ve elçisi diye hitap edin" demiştir.
Tevâzu sosyal ilişkilerde kendini gösterir.  Rasûlullah’ın yanında büyüyen Enes b. Malik, O’nun bu yönünü bize şöyle anlatmıştır. "Rasulullah hastaları ziyaret eder, cenaze  törenlerine katılır, merkebe biner, kölelerin bile davetini kabul eder, sadece arpa ve kuru ekmekten oluşan yemek davetlerine tereddütsüz icabet ederdi." Fakir ve muhtaçlarla otururken onlardan ayırt edilemezdi. Bir meclise gittiğinde boş bulduğu yere otururdu. Sıradan hürmet ünvanlarından bile hoşlanmayacak kadar mütevâzi idi.Onun mütevaziliği güç ve kudretinin arttığı zamanlarda daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktaydı.Mekke’nin fethi sırasında şehire girerken hiçbir gurur ve kibir emaresi taşımadığı gibi, şefkat, merhamet ve alçak gönüllülüğün tüm belirtileri O’ndaydı. Başını tevâzudan öyle öne eğmişti ki, başı devesinin eğerine değiyordu. Yine Hayber’in fethinde şehre, dizgini hurma ağacının kabuğundan yapılmış bir merkep üzerinde girdi. İyaz b. Hımar’a söyledikleri, yönetici konumunda olanlara bir ikazdır: "Allah bana, mütevâzi olmanızı, birbirinize karşı gururlanıp baskı yapmamanızı emretti."
 Rasûlullah’ın yaşlılara karşı davranışı da bize bu konuda ne güzel örnektir. Mekke’nin fethinde Kâbe putlardan temizlenirken Hz. Peygamber Safa Tepesine çıkarak oturdu. Yeni müslüman olanlar oraya gelip, kendisine biat ettiler,O’na bağlılıklarını ve İslam’ı seçtiklerini bildirdiler. Hz. Ebu Bekir, daha müslüman olmamış yaşlı babası Ebu Kuhafe’yi elinden tutarak Rasûlullah’ın huzuruna getirince Rasûlullah Ebu Bekir’e: "İhtiyarı niçin buralara kadar zahmete soktun? Onu kendi haline bıraksaydın, biz onun ayağına giderdik" dedi. Hz. Aişe, Rasûlullah’ın evdeki yaşantısının mütevâziliğini şöyle haber vermiştir. "Rasûlullah sıradan bir insan gibi işlerinden çoğunu kendisi yapardı. Elbisesini diker, ayakkabılarını ve gömleğini tamir eder, keçilerin sütünü sağar ve evi süpürürdü. Fakir ve kölelerle yemeğini paylaşır ve beraber yerdi."
İnsan ilişkilerinde samimi olmayı tavsiye eden  Hz. Peygamber,  samimiyet ve içtenliğin, kişinin kendi aleyhine kurulan tuzaklar karşısında duyarsız ve tepkisiz olmak anlamına gelmediğini şu veciz uyarı ile haber vermektedir: "Mü’min bir delikten iki kere sokulmaz" (Müslim, iman). Aklı başında bir mü’min  insanlar dikkatli olmalı, iyi niyeti sebebiyle bir defa yanılsa bile ikincisinde gaflete düşmemesinin gereği ikaz edilmektedir. Fakat gösterilecek dikkat, insanı tevâzudan da uzaklaştırmamalıdır. Tavazu, mü’minler arasında sevgi, saygı ve diyaloğu geliştiren bir etkendir. Mü’mine sevgi , iman göstergesidir: "İman etmedikce  cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmediğiniz sürece de iman etmiş olmazsınız. Davranış haline getirdiğiniz zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamlaşmayı yaygın hale getirin" (Müslim, İman)."Müslüman’ın müslümanda altı hakkı vardır. Bunlar; karşılaştığında selam vermek, verilen selamı almak, hapşırdığında "Elhamdulillah" derse "yerhamukellah" demek (iyi dilekte bulunmak), davet ettiğinde  davetine icabet etmek, hasta olduğunda ziyaret etmek, ölünce cenazesine gitmek." (Buhari, cenaiz).Tevâzunun nasıl olması gerektiği hususunda bize yardımcı olacağı düşüncesiyle şu rivayetleri de nakletmek istiyorum:
"Kişinin makamı meziyetinin üstünde ise kibirlenmeye başlar, ondan aşağı ise tevâzusunu artırır." "Benim yanımda en sevgili olanınız, ahlâkı güzel, huyu yumuşak ve herkesle geçimi iyi olandır. Güzel huy; güler yüz, güzel söz ve dargınlığı az olmaktır.""Cennet ehli; kendini hakir gören yumuşak huylu, güler yüzlü olandır." "Allah, yumuşak huylu ve utangaç kimseyi sever; kötü sözlü, öfkeli kimseyi de sevmez.""Düşmanını cezalandırmaya kudretin varsa, o nimetin şükrünü afv, ile öde.""Güçlünün  affı ile fakirin cömertliği ahlâkın en güzelidir."
Tevâzunun göstergesi olan  bazı hareketler şunlardır: Birisi konuşurken sözünü kesmemek, ilk selam veren olmak, misafirlere hizmet etmek, insanları güzel isimle çağırmak, kısa ve güzel konuşmak, güler yüzlü ve nezaketli davranmak, özür dileyenin özrünü kabul etmek, yaptığı iyiliği başa kakmamak, alış-verişte kolaylık göstermek, fakire, çocuklara, kadınlara akrabalara, yetimlere, cömert, affedici, şefkatli, merhametli  ve hoşgörülü olmak. geçimsiz ve kavgacı olmamak, edebine uygun  latife yapmak vb. daha birçok özellik.
Halife Ömer b. Abdülaziz’in  tevâzusu, makam sahiplerine örnektir: "Ömer b. Abdulaziz bir gece insanlarla otururken, aniden esen bir rüzgar lambayı söndürür. Adamlardan biri: "Ey Mü’minlerin Emiri lambayı ben tamir edip yakayım" deyince Ömer b. Abdülaziz: "Bu edebe uygun değildir, ev sahibi oturup misafir kalkmaz" dedi. Lambayı götürdü, yaktı, getirdi ve: "Gittiğimde Ömer’dim, döndüm yine Ömer’im" dedi."
Alçak gönüllülüğün belirgin özellikleri af, merhamet, müsamaha, sadelik, cömertlik; eline, diline hakim olmak ve hareketlerinde mu’tedil olmaktır.
Alçak gönüllülük  insanı yalakalık ve dalkavukluk derecesine düşürmemesi gerekir. Yalakalık ve dalkavukluk mütevâzilik değil zillettir, alçaklıktır. Mütevâzilik, tembellik ve fakirlik, hakkını gasp ettiren korkaklık değildir.Yumuşak başlılık ve mütevazilik birilerinin esaretine boyun eğmek de olmamalıdır. Akif’in dediği gibi:
"Doğduğumdan beridir aşıkım istiklale
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum."
Özetlemek gerekirse tevâzu, yumuşak huyluluk, sade yaşam, insanları hakir ve hor görmeme, kabalıktan, kibirden uzak olma, cömert olma, iyiliği başa kakmama, hasetten nifaktan uzak durma Allah’a ve insanlara karşı haddi aşmamadır.
Kalbini Allah sevgisi ve korkusuyla dolduran, diline hakim, dost canlısı, kalbinin sakladıkları kötü şeyleri açığa vurmayan, öfkesini yenen, alçalmayan ve alçaltmaya çalışmayan, dobra olacağım diye insanların kalplerini kırmayan, sade giyinen ve sade yaşayan, kaba ve haşin olmayan, susmasını ve konuşmasını bilen, merhamet sahibi, tatlı dilli, güler yüzlü, cömert, sabırlı, dinlemesini bilen, güzel söz söyleyen, kendisini övmeyen, kibirlenmeyen, zorbalık etmeyen, üstünlük taslamayan, anne-babasına gençliklerinde ve ihtiyarlıklarında güzel davranan, ailesini geçindiren, küçük-büyük herkese saygılı davranan, işlerini kendi yapan, ihtiyaç sahipleriyle ünsiyet kuran kişiler mütevâzi davranıyor demektir. Heybet ve vakarı yitirmeden gösterilen tevâzu müslümanın karakteri olmalıdır.




YANLIŞI NASIL DÜZELTTİLER?
Peygamber Efendimizin mübarek torunları Hasan ile Hüseyin cami avlusunda durmuş, şadırvandan abdest alan yaşlıca bir adamı seyrediyorlardı.
Hasan bir ara kardeşi Hüseyin'e:
-Bak, dedi, dirseklerini iyice yıkamadı.
-Evet, görüyorum, bazı yerler kuru kalıyor.
-Bunu ona söylemeliyiz, abdest sırasında yıkanması farz olan yerler de iğne ucu kadar kuru bir yer kalsa abdest olmaz, abdest olmayınca tabii namaz da olmaz.
-Ama nasıl söyleyeceğiz? İşte bak ayaklarında da aynı ihmali yaptı. Parmak aralarını ovuşturmadı, suyu topuklarına değdirmedi bile. Hadi gidip kendisine söyleyelim.
Hüseyin:
-Bir dakika, diye kardeşini durdurdu. O bizden çok yaşlı. Söylersek utanabilir. Yahut çocuk olduğumuz için bizi dinlemeyebilir. Onu kırmadan yanlışını anlatmanın bir yolunu bulmalıyız.
Birden aklına geldi:
-Tamam dedi sevinçle, buldum! Adama yaklaştı. Saygı dolu bir sesle:
-Efendim, dedi, sizden bir ricamız var.
-Söyleyin bakalım çocuklar.
-Biz henüz çocuk sayılırız. Şuradan abdest alırken başımızda dursanız da yanlışlıklarımızı söyleseniz.
Adam memmum memmun güldü:
-Tabii, dedi. Başlayın bakalım.
İki kardeş abdest almaya başladılar. Adam dikkatle bakıyor, bir yanlış bulmaya çalışıyor, ama bulamıyordu.
Kendi abdestini düşündü.Hasan ile Hüseyin gibi dikkat göstermediğini anladı.
Abdestleri bitince saçlarını okşadı:
-Yanlış sizde değil çocuklar bende, dedi. Kusurlu benim, yanlışımı yüzüme vurmadan bu kadar nazikçe düzelttiğiniz için çok teşekkür ederim. Artık bende sizler gibi abdest alacağım. İşte başlıyorum.
Yeniden suyun başına çöktü ve bir güzel abdest aldı.
Sevgili çocuklar.Demek ki, bir şeyin doğrusunu bilmek yeterli değildir. O doğruyu başkalını kırmadan, darıltmadan anlatabilmek de lazımdır.
Peygamber Efendimizin torunları Hasan ile Hüseyin gibi...

YİRMİ DÖRT AYAR
Kızgın nara kor olma, billur pınara su ol!
Kabuslu gecelerde, derin tatlı uyku ol!
Yalnız görenin değil, körlerinde ufku ol!
Böyle olursan eğer , çok gönüle konarsın.
Dikenli çalı değil, nadide bir çiçek ol!
Akrebin zehri değil, şifalı içecek ol!
Üstsüz başsız fakire, yemek ve giyecek ol!
Böyle olursan eğer, çok yaralar sararsın.
Geceleri dolunay,gündüzleri güneş ol!
Küfre karşı çelik zırh, müminlere kardeş ol!
Alime Derviş Yunus, nefsine de ateş ol!
Böyle olursan eğer, ihsanlara dolarsın.
Kızgın kumlara derya, çorak dağa orman ol!
Yalnızlara arkadaş, hastalara derman ol!
Hayır işlerde hamal, şerr işlerde ferman ol!
Böyle olursan eğer, yetim başı tararsın.
Bozuk bir vagon değil, işlek lokomotif ol!
Her hayırlı işlerde, ihlaslı ve aktif ol!
Hayada zirve nokta, ahlakta latif ol!
Böyle olursan eğer, çok kişiye yararsın.
Muhacirlere Ensar, mücahide kılıç ol!
Küfür bataklığında boğulana dalgıç ol!
Yetimlere ebeveyn, evlenene sağdıç ol!
Böyle olursan eğer, tam yirmidört ayar olursun.